30 Ekim 2010 Cumartesi

44- Bir tohuma özenirim.


Bir tohuma özenirim.


Önce gömülmeyi göze almak lazım. Topraktan başını çıkaramamakta var. Yılana, çıyana yem olmakta var. Bir taşın altında ezilip kalmakta var, bir kıratın nalının altında parçalanmakta. Soğuğu da var hayatın, sıcağı da... Önce hayatta kalmasını bilmeli değil mi?

Şimdiye kadar ölenlerin asla başını kaldıramadığı bir yerden, başını kaldırabilmeli. Toprak gibi mezun olması zor olan darı terbiye mektebini bitirmeli önce. Sonra başını; hayatını başka olanı yaşatmamakla, onları yemek yutmakla devam ettiren hayvanat, nebatat ve ademoğullarının olduğu bir dünyaya kaldırmak. İklimi var, mevsimi var ve sen yükselmeye, güneşe dokunmaya çalıştıkça seni köklerinden sıkıca kavrayan, bir ana gibi bağrına basan topraktan kopmadan bunları yapabilmek. Bütün bunlara rağmen yağmurdan sudan yeterince beslenerek başak haline gelebilmek, çoğalabilmek. . Bir cılız bedenle batmanlar kadar ağır başakları herşeyi yutabilen topraktan, fazlasıyla her şeyi çürütebilen sudan yüksekte tutabilmek.


Bir tohuma bu iradeyi veren, temel taban yazılımını yapan ve bu yazılımı hayata geçiren bir kudret olmalı... Bir beşer olarak yürüyen ayaklarım, tutan ellerim ve düşünen beynim olmasına rağmen ayağım sekmeden, burnum sürtmeden ayakta kalamadığımı düşündükçe bu iradeyi veren iradenin sınırsızlığını düşünmeden de edemiyorum. "Doğa dene bu ezeli-ebedi belli faninin bu işin altından kalkacak kudrette olamadığını da biliyorum. O halde bu tasarımı yapmak kadar, bunu uygulamak, kayıt altına almak ve bir sona, neticeye doğru götürmek de bir iradenin kudretidir. Hele de bu irade bütün bu çarka küçük diyorsa büyük dediklerini düşündükçe acziyetimi, fakrimi idrak ediyorum.


Bu çarkın belki de en küçük çarkı olan tohuma özeniyorum. O tohumda buldum güzellikleri. Şairliğimin şifresi kimsenin göremediği sancıları hissetmemde gizlidir.

Charlie Cahplin der ki;

"İşte başarı anahtarım:
Allah ne yarattı ise, onu sevmekteyim. Kör bir gözde güzellik arayacak kadar ıstırap çekeni sevmekle sanatımın zirvesinde kendimi buldum."




Bekir Kale Ahıskalı
Kekeme Kaval-44
Ekim 2010

22 Ekim 2010 Cuma

Değirmen Kızağı


Değirmen Kızağı


Kış aylarımız yaklaşık altı ay sürerdi. Kar yağışının bu kadar uzun sürdüğü bir coğrafyada yaşıyor olmak insana farklı yetenek ve mukavemetler öğretiyor. Üşümemeyi, dayanmayı ve direnmeyi öğrniyorsunuz. Ayağınızda kara lastik denilen bir çeşit ayakkabı vardır ve soğugu direk ayağınıza iletir. Bastığınız kar ve buzda çok iyi kayar ve siz ayakta kalmasınıda öğreniyorsunuz. Karın bol olduğu ortamda kendinize ve ortamınıza göre yeni oyunlar icat ediyor ve bundan keyif almasını öğreniyorsunuz.
Kartopu oynamak şehirde yaşayanlara göre daha insafsızca ve daha serttir. Size fırlatılmak için sıkılan kar çelikleşmiştir ve size isabet ettiğinde adeta sızlatır. Taşa tutulmuş gibi acı verir size. Siz o ortamda oynamak istiyorsanız ya çok iyi savunmayı öğreneceksiniz yada çok iyi bir hücum yeteneğiniz olmalıdır. Eğer bu iki yetenekten birini geliştiremezseniz hedef tahtası haline gelirsiniz ve kimse size acımayacaktır. Bu kartopu oyununda öyle yetenekli arkadaşlarımız olurdu ki değil hedefen herhangi bir yerine isabet ettirmek nokta atışı yapar ve nerenizi nişan alırsa oraya isabet ettirilerdi.
 
Bir çocuk bir günde oyun aşaması ve oyun saatini hakedebilmesi için önce yapması gereken mükellefiyetleri vardır. Her tarafın bembeyaz ve don olduğu bir ortamda aslında başka şeyleride öğreniyorsunuz. Mesela beslediğiniz hayvanların karnını doyurmadan asla kendi karnınızı doyuramazsınız. Mesuliyetini ve bakımını üstlendiğiniz hayvanların karnını doyurmadan önce kendi karnınızı doyurmak düşüncesi aklınıza bile gelmez. Önce onların yaşadıkları ahırları temizler sonra yemlersiniz, alaflarını verirsiniz hatta uzun kış süreleri sebebiyle hayvan yem ve yiyecekleri sınırlı olduğundan asla ısraf etmemeye dikkat eder ve ayaklarının altına dökülenleri tekrar önlerine koyar ve karınlarını doyurmalarını sağlarsınız. Yemlenmeleri bittikten sonra hepsini bağlı oldukları yerlerden çözer köy meydanında akan pınar ve sulaklarda su içmelerini sağlarsınız. Bütün bu işlemlerden sonra mesul olduğunuzun vebalinden kurtulduktan sonra kendi kahvaltınızı yapmak sırası gelmiştir. Bu kahvaltı sırası ve süresinde sizin önünüze öyle aman aman bir şeyler konmamıştır. Önümüzde çaydan başka iki çeşit katığın olduğu çok vaki olmamıştır. Nadiren peynirle birlikte yumurta da olduğu olmuştur. Öyle bir ortamda daha mutlu olduğumuzu hatırlıyorum. Şimdilerde önümüzdeki katıkların sayısı arttıkça mutlu olmamak için sebeplerde arttı gibi...
Bir çocuk bütün bu süreçten sonra oynamaya vakit bulabilmiştir. Kışın en önemli oyun malzemesi kardır. Kardan adamlar yaparsınız, kartopu oynarsınız, karda futbol oynasınız ve karda kayarsınız. Bütün arkadaşlar yarışırcasına kayardık. Babaları veya ağabeyleri kendileriyle ilgili olan arkadaşlarımızın güzel kızakları olurdu. Büyüklerin el emeğiyle ve yeteneğiyle katkı sağlanılan bu kızaklarla yarış yapar ve zevkler alırdık. Bu ortamlarda evlerinizde bulunan yırtılmış, eskimiş plastik leğenlerin avantajları olsa da kontrol etmesi zor olduğundan pek tercih edilmezlerdi. Benden büyük ağabeyimizn olmaması ve babamında yurtdışında bulunması sebebiyle hep bir eksikliğim olurdu. Kızak yaptırabileceğim veya tamiz ettirebileceğim bir ağabeyim ve yanımda bir babam asla olmadı. Ben babamın yurt dışına gitmeden önce değirmene buğday götürüp, öğütüp ve geri getirmek için kendisine yaptığı ve üzerine iki çuval buğdayın konulabileceği büyüklükte bir kızağı vardı. Bu kızaklar iyi kaysınlar diye altlarına demir veya metal çubuklar çakılırdı. Ben de babamın yıllık izine geldiği bir dönemde o kızağa binmek fikrini aklıma sokmuştum. Nasıl olsa babam vardı ve bende sahibim var düşüncesiyle bulunduğu yerden çıkardım ve altına çakılan demirin ucunun gevşediğini farkeeiğimde babamdan yardım istedim. Arkadaşlarım kızaklarla kaymak için gitmişlerdi ve bende babamın yardımından sonra onlara katılabilecektim. Babam yanında olan ve aynı zamanda benim ebem olan kadınla konuşmaya devam ediyordu ve beni önemsememişti. Ben bir kez daha yardım istediğim halde, değil ilgilenmek yüz vermedi bile ve ben kendi gücüm ve yeteneğim nisbetinde tamire uğraşırken babam gürültü yaptığım gerekçesiyle olduğu yerden çıktı yanıma geldi ve öfkeyle o kızağı kırdı ve içeriye giderek bir şey olmamış gibi kadınla konuşmaya devam etti. Hiç yanımızda olmayan babam arkadaşlarımla haz şöleninden zevk almaya karar verdiğim o günümü kendi öfke ve yaşlı bir kocakarının bitmek tükenmek bilmeyen konuşmasına kurban etmişti. Oysa kırıp, parçaladığı kızakla köylünün kendi gayretiyle yaptığı arpa, buğday ve mısırını götürüp ve yine kendi cinsiyle ücretini ödeyerek öğüttüğü değirmene götürürdü.
İşte o zaman bu mücadelede de yalnız olduğumu anlamıştım. Babanızın sizin için çalışıp para kazanması önemli bir şey olabilir ama ondan daha önemlisi babanızın size sizin onun için önemli olduğunuzu hissettirmesidir. Ben önem verilmediğimizi anlamıştım. Bu olaydan yıllar sonra yani geçen kış bu olayı babama anlatıp, yüreğime oturan yanını söyleyince babam olayı pek hatırlamadı bile ve ben bir kere daha anladım ki acılar aynı oran ve aynı yerden hissedilmiyorsa çocuğun yaraları derinleştikçe derinleşirken baba bu ezikliği ve mahcubiyeti hissetmediği gibi önem de vermiyordu.
Hayatımız ve varlığımız hepten önemsiz değildi. Bedavadan biraz pahalı, boş boş konuşan komşudan çok daha değersizdik. Onlar komşularıydılar bizim için ise evlatları deniliyordu. Hani canlarından, kanlarındandık. Sanırım bu candan kandan olmak dinlenilmememiz ve önemsenmememiz için en birinci sebepti. Kimse üzülmemizi ve kırılmamızı önemsemezdi. Gönül koyamaz ve sürat yapamazdık. Korkudan oturtulduğumuz sofralarda onlarla yemek yememiz her şeyi unuttuğumuz anlamına gelirdi sanki.
 
Bekir Kale Ahıskalı
Ekim 2010
Değirmen Kızağı-42

17 Ekim 2010 Pazar

41-İlk yayın organım "Daraba"


41-İlk yayın organım "Daraba"


Çocukluğumun en gevrek setidir daraba. Sesten yalıtılamamış ama yinede bir set, bir engeldir. Geniş tahtaların perde şekilinde yerleştirilmesiyle oluşturulan bir duvar şeklidir. Daha çok iç odalar için düşünülür ve bu odalar hiçte küçük değillerdir. Ayrıca fakirlikten sebep bu ahşabın boyanma gibi bir lüksü yoktur ve zamanla siyahlaşan zemininin üzerine eski gazete kağıtları yapıştırılırdı. Onlarda eskiyince özellikle babaannem gibi titizlikten uzak ama görüntüye önem veren kadınlar için sararan gazete yapraığının üzerine bir yenisi daha yapıştırılır ve sararan kısımlar görünmez hale getirilirdi. Yağıştırılan gazete kağıdı sararıncaya kadar gazetede ne varsa hepsini ezberleyecek kadar okurduk.

Zaman geçtikçe bu düz zemini kendi amaçlarım doğrultusunda kullanmayı öğrendim. O koca alanı kendime ev içi ilan iletişim ve haber sayfası yapmaya karar verdim. Tabi dayağı göze alıyorsunuz. Gazetede yazılı olanların bir nizamı olmasına rağmen ben boş alanları kullanmaya çalışırdım. Yazdığım yazıları düz ve okumanaklı yazmayı beceremediğimden kirli olan bölümleri daha da kirletmiş izlenimi verirdi. Bu görüntü bana azarlama veya tokatlama olarak geriye dönerdi.


Nedendir bilinmez (sanıyorum inançtan kaynaklanan bir durum) ama yediğimiz dayaklar hem yüzümüze atılmazdı hemde kolay kolay çıplak elle dayak yemezdik. El süpürgesinin sert tarafıyla yapılan bir ceza yöntemiydi (ki biz buna süpürgenin gavur tarafı derdik). Dayak yeme pahasına isteklerimi, hoşlanmadıklarımı yazarak yayınlardım. Dediğim gibi dayağıda yediğim oluyordu. Basın özgürlüğümü ilk kısıtlayan yönetim o yönetimdi. Ben büyüdükçe özgürlüğümü kısıtlayan birim ve kurumlarda büyüdü. Bugün sopayı aba altından gösterse de en büyüğüyle karşı karşıyayım.


Bu sebeple ilk yayın organımın adı 'daraba' dır. Tek yazarlı ve tek konuşanlı bir ortamdan bugünlere geldiğimi düşündükçe nostaljiyle birlikte bir iç acısı yaşıyorum. Yeni evimizi yaparken o tahta daraba oda da yıkıldı. Annemin dediğine göre o gazete kağıtlarını kazıdığımda dokuz-on kat üstüsteydi. Tabi o zamanlar o yazdıklarımı saklamayı akıl edemedim. Akıl etseydim bile bana özel bir alanım ve sandukçam olmadığı için yine annemin hışmına uğrayacaklar ve yakılacaklardı.


Daraba odalarda söylenilen herşey yan odaya ulaşırdı. Dolayısıyla söylemeden yazmak ve o ilk etkiyi yarattığı anda ilk temas bölgesinden uzak olmak alacağım cezayı kısa süre erteliyor ve benimle buluşuncaya kadar öfke zayıflıyordu.


Bekir Kale Ahıskalı
Ekim 2010
Daraba-41

12 Ekim 2010 Salı

40-Zekat keçiliğinden kınalı koçluğa



40-Zekat keçiliğinden kınalı koçluğa
 
Hepimizin kirli çamaşırlarımız vardır. Bu çamaşırlarımızın sayısı temizlerin sayısını geçmedikçe yahut bizler istilacı ve yayılmacı bir çirkefliğe bürünmedikçe temiz olduğumuza hükmedilir. Hayatın kurallarında hatta itikadın temelinde bu vardır. Herkes hata yapabilir ki bu hata kirlenmeye sebep olur sonra herkesin pişman olma hakkı vardır ki buna da tevbe denir, bu pişmanlık ve tevbe insanı aklar. Sosyal hayatta hata yapmayandan çok hata yapana rastlarız. Pişman olmak demek yaptığının yanlış olduğunu anlamak demektir. Bu anlayış aynı zamanda bir düşünce, idrak ve muhakemenin sonucudur. Hayatımızda normal seyretmesi gereken akış budur.

Sosyal denge buna bağlıdır. Hatayı bilirseniz doğruya sarılırsınız. İnsanın akıbetini bilmediği şeylerin peşine düşmesi kolay ve ekseriyetle tercih edilen yoldur. Sona yaklaştıkça durum belirginleşir ve beşeri iradenin ortaya çıkış noktasıda burasıdır. Yaptığının yanlış ve hata olduğunu, yanlışa götürdüğünü görmek bir çok insanın idrak edebileceği bir durumdur. Doğruyu farketmek ve bu durumda çartketmek her insanın yapmadığı, aypmaya cesaret edemediği bir eylemdir. Ya Firavun gibi bir iddiada bulunur ve "bir kere söyledim artık vazgeçemem" dersiniz ki bu sizin adınızı tarihe Firavun olarak yazdırır; ya da hatanızı farkeder "eyvah!" dersiniz ve hata yaptığınızı beyan ve ilan ederek çarkedersiniz ki bu sizin, doğruya hatasında ısrar edenden daha yakın olduğunuz anlamına gelir. Bu bir necat işareti ve eylemidir. Yeniden başlamanın ilk adımıdır. Zekat keçiliğinden kınalı koçluğa giden yol buradan başlar.

Diyelim ki hatanızda ısrar ettiniz akıbetiniz ne olabilir?

Kızıldeniz'de boğulursunuz. Musa'ya yenilirsiniz. Sürüden ayrılma ihtimali en yüksek olan siz olursunuz. Sürünün en güçsüz halkası olduğunuzdan kurtların dişlerine en yakın siz olursunuz. Sürünün gücü tıpkı zincirdeki güçsüz halka gibi en zayıf halka olarak sizin gücünüz kadar olur. Biraz daha iyimser olalım; sürünün en gerisinde kaldığınız için çobanın sopasından en çok nasiplenen olursunuz. Çobanların adeti olduğu üzre en sıska parça olarak zekat memurlarına verilirsiniz. Çevrenizden ve tanıdıklarınızdan ayrılmaya zorlanırsınız.Yolunuz kör bir bıçakla erken kesişir vs...

 
Zekat keçiliğinden kınalı koçluğa giden yol hatalardan ders çıkarıp çark etmekten geçer. Bu yol Musa'ya daha yakındır ve sizi doğrulara ve doğruyu yapanların diyarına götürecektir.

 
Bekir Kale Ahıskalı
Ekim 2010
Kekeme Kaval 40

9 Ekim 2010 Cumartesi

39-Ucuz Sözler Ansiklopedisi




39-Ucuz Sözler Ansiklopedisi


Eğitimin en kısa yolu sokaktan alınan eğitimdir. Kalite süzgecinden geçmediği gibi, kimden geldiğine de bakılmamaktadır.Kısa, ağır ve ucuz sözcüklerin pazarıdır sokak. İnsanın en acıyan ve en hassas yerlerine saldırırlar. Görsel yaklaşımları sayesinde de çirkini güzelleştirme yerine güzel olanı, beğeni süzgeçlerinden geçirdiklerini taciz ederler. Güzel, yakışıklı ve cazibeli olan karşı cinsleri hedef alırlar. Tacizlerine sebep olarakta kurban olarak belirledikleri kişilerce görünüm itibariyle tahrik edildikleri mazeretine sığınırlar. Çirkinliği düzeltme konusunda asla tahrik edilemeyen bu zavallıların kullandıkları Ucuz Sözler Ansiklopedisi adında dil ansiklopedileri vardır.

Güzel ve üslubunda olan ne varsa onun düşmanı olarak karşımıza çıkarlar. Efendiliğe asla tahammülü olmayan bu serserilerin kendileriyle sorunları olduğunu düşünmemek elde değil. Sidik torbasını andıran kelime dağarcıkları vardır. Kokuşmuşluk, argo, küfür ve gayri edebi ne varsa hepsini bu torbada cem eder ve dillerinden def-i hacet yaparcasına toplumun ahlekını bozarlar. Sevdiklerine, sevgililerine, aile büyüklerine, en yakın arkadaşım, dostum deiklerine bile yanı dili kullanırlar. Ya kendilerine benzeyen sevgililer bulurlar yada tanıştıkları güzel lisanlı insanları bu dediğim ölçülere uygun hale getirirler."Sevgi" üst kimliğinin altında adına aymazlıktan tutun, kıtmet bilmezliğe, argodan tutun, küfürbazlığa kadar bir sürü alt kimlik oluşturdukları gibi kendilerinden başkasını umursamadıkları bir dünya meydana getirirler.

Kulaktan kulağa bulaşan bir dil kullanırlar. Bu bulaşıcılığa maruz kalmamak imkansız denecek kadar zordur. Ya iradeniz dışında kulaklarınıza misafir ederler bu Ucuz Sözler Ansiklopedi maddelerini yada duyurdukları bir dostunuz, ahbabınız sayesinde sizinde tüketebileceğiniz bir mesefeye kadar sokarlar. İstemediğimiz halde kulaklarımıza kadar sokulan bu istenmeyen sözcükleri duymama gayretine girişmişken şimdilerde Ucuz Kalemler Sözlüğü diye bir sözlük yazma gereği duyar oldum. Adına yazı dili, şiir, düşünce, roman, anı vb...denilerek yazılı bir halde okuduğumuz ekrana düşmeye başladı. Bu üslubun bu kadar hayat bulması veya tüketicisinin olması ise toplum olarak basiti alıp hayata uygulama, düşünceden kaçma, idrakten uzak olma, izan eksikliği, kendini yetiştirememe gibi yanlarımızı ortaya çıkarmaktadır. Toplum olarak güzel dilimize sahip çıkmadığımız gibi başka milletlerde pek olmayan kendi cihetimiz açısından zengiliğimiz sayılabilecek konuşma dilimiz ile ibadet dilimizin iki farklı dil olması güzellik ve zenginliğinden de yaralanamamaktayız. Kaldı ki yükün ve zenginliğin altına girerek ibadet dilimizi anlama gayretine girişmediğimiz gibi onu da tüketime hazır bir şekilde kendi dilimize uyarlanması gibi kolaya kaçma gayretindeyiz. Orijinal metinler kendi dilinden okunabilmelidir. Yine kaldı ki diller yapısı itibariyle farklı olduklarından bire bir tercüme edilmeleri de mümkün olmamaktadır.

Dilimiz itibariyle zengin bir babanın fakirlikten kıvranan çocukları gibiyiz. Eğitimcililerimizden tutun dilbilimcilerimize kadar kısır ve basit kelimelerle iletişim kurar olduk. Daha dün bir arkadaşımın meşgalesinden bahsederken Bir lisede müdür muavini dediğimde İlköğretim 6 ncı sınıf öğrencisi olan öğrenciden bana yöneltilen"dayı muavin ne demek?" sorusu dil kullanımında ne seviyede olduğumuzun göstergesiydi. Oysa bu öğrencilerin müfredatlarını incelediğimizde muarifimizin belirlediği 101 Temel Eser diye belirlenen eserlerin kaçını okumuş olması gerektiğini göreceğiz.


Okumayan, inandığını teferruatıyla ve sebepleriyle bilmeyen, eksik bildiği kadarıyla bildiğinin doğruluğunda ısrar eden, geleneksel bir kulaktan dolma eğitim çarkına kurban edilen ebeveynlerimizin yetiştirdiğini sandığı, bu haliyle de sokağa saldığı bir neslin kısır lisanının kuşatması altındayız. Sebep her ne olursa olsun hiçbir insanın eğitim hakkı elinden alınmamalı diye düşünüyorum. Yetiştirmediğiniz erkek ve kadının çocuklarını sokak yetiştirir ve yetiştirilen bu çocuklar suç örgütlerine servis edilir. Kıyafetten cürme, ibadetten isyana, ateistlikten deistliğe, şuculuktan buculuğa kadar kimlik ne olursa olsun eğitim hakkı engellenmemelidir.

Yaşadığımız toplumda maddiyat sınıf farklarını belirlediği gibi bu seviyesini yükselten bireylerde istedikleri sınıfın içine girmeye hak kazanabiliyorlar. Eğitmediğimiz ve alt kimlikler vererek uzaklaştırdığımız bireyler gayri meşru yollardan kazandıkları parayla kapı komşumuz olacak kadar yakınımıza sokulabiliyor ve sokak denilen kontrolsüz eğitimin alınabildiği, öğretimin verilebildiği bir alanda çocuklarımıza oyun arkadaşı olabiliyorlarsa eğer bu gayrimeşruluğa iten zorbalıktan kazandıklarıyla statü elde edebiliyorlarsa dışladıklarımız tarafından birgün dışlanmamak için hoşgörü ve temel değerlerden taviz vermemek kaydıyla değişime hazır olmalıyız.

Unutmayalım toplumların ve vatanların kaderini toplum ve vatanların kabul etmedikleri belirler.

Bekir Kale Ahıskalı
Ekim 2010
Kekeme Kaval-39