3 Kasım 2010 Çarşamba

Aşk mı? O yiğitlerin işidir…

Aşk mı? O yiğitlerin işidir…

Aşk yiğitlerin yaşaması gereken bir duygudur ama O'nu herkes yaşamaya kalkar. Bu sebepledir ki aşk dediklerini ellerine yüzlerine bulaştırırlar. Bu meydanda sonuna kadar kalabilmelisin!.. Seni sarhoş edecektir içerek susmalısın!.. Seni bir hoş edecektir, severek susmalısın!.. Yıldızlar ayaklarının altından geçerken sağlam durmalısın!..
Aşk; yıkılıp kalmaya gelmez.

İçinin içine sığmadığı anlar olacaktır, hoyratlar duymamalı… Susmalısın!..
Aşk; haykırmaya gelmez.

Kendini ifade edemediğin çaresiz kaldığın bu son nokta dediğin kapıları çarparak gitmen gerektiğini düşündüğün anlar olacaktır. Kalmalısın!..
Aşk; çekip gitmeye gelmez.

Durmaksızın geceni gündüzünü birbirine katarak O'nun sana doğru gelmesini beklemeden O’na doğru koşmalısın!..
Aşk; durup beklemeye gelmez…

Bana uğramadı deme. O hayatında herkese en az bir kere uğrar.
Sen O’nu her an her cenahtan beklemelisin. O’nun için kavramların hiçbir önemi yoktur bunları bilmediğinden bazen kapıyı bazen pencereyi bazen bakışı bazen içten bir gülüşü bazen gözyaşını kullanarak sana gelecektir. Beklemelisin!..
Aşk beklememeye de gelmez.

İlk bakışta kuralsızlıklar bütünü olarak gözükecektir. Bu seni yanıltmamalı. Aşk komplike bir duygudur ve O’nun da kendine göre doğruları vardır. Sana geldiği an kuralsız şartsız kabul etmelisin!..
Aşk; kural koymaya gelmez.

Sana bir çok seçenek sunacaktır. En kestirme gözükeni faturası en ağır olanıdır. En uzak gözükeni ise meyvesi en tatlı olanı olacaktır. Burada tadımlık veya doyumluk seçeneğini sen belirlemelisin!.. Tadımlık olanlar aşk sınıfına girmeyecektir sadece aşkın küçük bir numûnesi gibi gözükecektir.

O Sana gitmemek üzere gelir. O sebeple sakın kollarından kayıp gitmesine izin verme.Sıkıca sarılmalısın ama canını yakmadan sıkıca sevmelisin!.. Sabretmelisin!.. Aşk; en kısa sürede en uzun sabrı, en uzun metaneti bitmeyen hamiyeti gösterenlerin kazandığı yiğitler arenasıdır.
Aşk yiğitlerin işidir...!!!


Bekir Ahiskalı
Kekeme Kaval 45
Aşk Yiğitlerin işidir.

30 Ekim 2010 Cumartesi

44- Bir tohuma özenirim.


Bir tohuma özenirim.


Önce gömülmeyi göze almak lazım. Topraktan başını çıkaramamakta var. Yılana, çıyana yem olmakta var. Bir taşın altında ezilip kalmakta var, bir kıratın nalının altında parçalanmakta. Soğuğu da var hayatın, sıcağı da... Önce hayatta kalmasını bilmeli değil mi?

Şimdiye kadar ölenlerin asla başını kaldıramadığı bir yerden, başını kaldırabilmeli. Toprak gibi mezun olması zor olan darı terbiye mektebini bitirmeli önce. Sonra başını; hayatını başka olanı yaşatmamakla, onları yemek yutmakla devam ettiren hayvanat, nebatat ve ademoğullarının olduğu bir dünyaya kaldırmak. İklimi var, mevsimi var ve sen yükselmeye, güneşe dokunmaya çalıştıkça seni köklerinden sıkıca kavrayan, bir ana gibi bağrına basan topraktan kopmadan bunları yapabilmek. Bütün bunlara rağmen yağmurdan sudan yeterince beslenerek başak haline gelebilmek, çoğalabilmek. . Bir cılız bedenle batmanlar kadar ağır başakları herşeyi yutabilen topraktan, fazlasıyla her şeyi çürütebilen sudan yüksekte tutabilmek.


Bir tohuma bu iradeyi veren, temel taban yazılımını yapan ve bu yazılımı hayata geçiren bir kudret olmalı... Bir beşer olarak yürüyen ayaklarım, tutan ellerim ve düşünen beynim olmasına rağmen ayağım sekmeden, burnum sürtmeden ayakta kalamadığımı düşündükçe bu iradeyi veren iradenin sınırsızlığını düşünmeden de edemiyorum. "Doğa dene bu ezeli-ebedi belli faninin bu işin altından kalkacak kudrette olamadığını da biliyorum. O halde bu tasarımı yapmak kadar, bunu uygulamak, kayıt altına almak ve bir sona, neticeye doğru götürmek de bir iradenin kudretidir. Hele de bu irade bütün bu çarka küçük diyorsa büyük dediklerini düşündükçe acziyetimi, fakrimi idrak ediyorum.


Bu çarkın belki de en küçük çarkı olan tohuma özeniyorum. O tohumda buldum güzellikleri. Şairliğimin şifresi kimsenin göremediği sancıları hissetmemde gizlidir.

Charlie Cahplin der ki;

"İşte başarı anahtarım:
Allah ne yarattı ise, onu sevmekteyim. Kör bir gözde güzellik arayacak kadar ıstırap çekeni sevmekle sanatımın zirvesinde kendimi buldum."




Bekir Kale Ahıskalı
Kekeme Kaval-44
Ekim 2010

22 Ekim 2010 Cuma

Değirmen Kızağı


Değirmen Kızağı


Kış aylarımız yaklaşık altı ay sürerdi. Kar yağışının bu kadar uzun sürdüğü bir coğrafyada yaşıyor olmak insana farklı yetenek ve mukavemetler öğretiyor. Üşümemeyi, dayanmayı ve direnmeyi öğrniyorsunuz. Ayağınızda kara lastik denilen bir çeşit ayakkabı vardır ve soğugu direk ayağınıza iletir. Bastığınız kar ve buzda çok iyi kayar ve siz ayakta kalmasınıda öğreniyorsunuz. Karın bol olduğu ortamda kendinize ve ortamınıza göre yeni oyunlar icat ediyor ve bundan keyif almasını öğreniyorsunuz.
Kartopu oynamak şehirde yaşayanlara göre daha insafsızca ve daha serttir. Size fırlatılmak için sıkılan kar çelikleşmiştir ve size isabet ettiğinde adeta sızlatır. Taşa tutulmuş gibi acı verir size. Siz o ortamda oynamak istiyorsanız ya çok iyi savunmayı öğreneceksiniz yada çok iyi bir hücum yeteneğiniz olmalıdır. Eğer bu iki yetenekten birini geliştiremezseniz hedef tahtası haline gelirsiniz ve kimse size acımayacaktır. Bu kartopu oyununda öyle yetenekli arkadaşlarımız olurdu ki değil hedefen herhangi bir yerine isabet ettirmek nokta atışı yapar ve nerenizi nişan alırsa oraya isabet ettirilerdi.
 
Bir çocuk bir günde oyun aşaması ve oyun saatini hakedebilmesi için önce yapması gereken mükellefiyetleri vardır. Her tarafın bembeyaz ve don olduğu bir ortamda aslında başka şeyleride öğreniyorsunuz. Mesela beslediğiniz hayvanların karnını doyurmadan asla kendi karnınızı doyuramazsınız. Mesuliyetini ve bakımını üstlendiğiniz hayvanların karnını doyurmadan önce kendi karnınızı doyurmak düşüncesi aklınıza bile gelmez. Önce onların yaşadıkları ahırları temizler sonra yemlersiniz, alaflarını verirsiniz hatta uzun kış süreleri sebebiyle hayvan yem ve yiyecekleri sınırlı olduğundan asla ısraf etmemeye dikkat eder ve ayaklarının altına dökülenleri tekrar önlerine koyar ve karınlarını doyurmalarını sağlarsınız. Yemlenmeleri bittikten sonra hepsini bağlı oldukları yerlerden çözer köy meydanında akan pınar ve sulaklarda su içmelerini sağlarsınız. Bütün bu işlemlerden sonra mesul olduğunuzun vebalinden kurtulduktan sonra kendi kahvaltınızı yapmak sırası gelmiştir. Bu kahvaltı sırası ve süresinde sizin önünüze öyle aman aman bir şeyler konmamıştır. Önümüzde çaydan başka iki çeşit katığın olduğu çok vaki olmamıştır. Nadiren peynirle birlikte yumurta da olduğu olmuştur. Öyle bir ortamda daha mutlu olduğumuzu hatırlıyorum. Şimdilerde önümüzdeki katıkların sayısı arttıkça mutlu olmamak için sebeplerde arttı gibi...
Bir çocuk bütün bu süreçten sonra oynamaya vakit bulabilmiştir. Kışın en önemli oyun malzemesi kardır. Kardan adamlar yaparsınız, kartopu oynarsınız, karda futbol oynasınız ve karda kayarsınız. Bütün arkadaşlar yarışırcasına kayardık. Babaları veya ağabeyleri kendileriyle ilgili olan arkadaşlarımızın güzel kızakları olurdu. Büyüklerin el emeğiyle ve yeteneğiyle katkı sağlanılan bu kızaklarla yarış yapar ve zevkler alırdık. Bu ortamlarda evlerinizde bulunan yırtılmış, eskimiş plastik leğenlerin avantajları olsa da kontrol etmesi zor olduğundan pek tercih edilmezlerdi. Benden büyük ağabeyimizn olmaması ve babamında yurtdışında bulunması sebebiyle hep bir eksikliğim olurdu. Kızak yaptırabileceğim veya tamiz ettirebileceğim bir ağabeyim ve yanımda bir babam asla olmadı. Ben babamın yurt dışına gitmeden önce değirmene buğday götürüp, öğütüp ve geri getirmek için kendisine yaptığı ve üzerine iki çuval buğdayın konulabileceği büyüklükte bir kızağı vardı. Bu kızaklar iyi kaysınlar diye altlarına demir veya metal çubuklar çakılırdı. Ben de babamın yıllık izine geldiği bir dönemde o kızağa binmek fikrini aklıma sokmuştum. Nasıl olsa babam vardı ve bende sahibim var düşüncesiyle bulunduğu yerden çıkardım ve altına çakılan demirin ucunun gevşediğini farkeeiğimde babamdan yardım istedim. Arkadaşlarım kızaklarla kaymak için gitmişlerdi ve bende babamın yardımından sonra onlara katılabilecektim. Babam yanında olan ve aynı zamanda benim ebem olan kadınla konuşmaya devam ediyordu ve beni önemsememişti. Ben bir kez daha yardım istediğim halde, değil ilgilenmek yüz vermedi bile ve ben kendi gücüm ve yeteneğim nisbetinde tamire uğraşırken babam gürültü yaptığım gerekçesiyle olduğu yerden çıktı yanıma geldi ve öfkeyle o kızağı kırdı ve içeriye giderek bir şey olmamış gibi kadınla konuşmaya devam etti. Hiç yanımızda olmayan babam arkadaşlarımla haz şöleninden zevk almaya karar verdiğim o günümü kendi öfke ve yaşlı bir kocakarının bitmek tükenmek bilmeyen konuşmasına kurban etmişti. Oysa kırıp, parçaladığı kızakla köylünün kendi gayretiyle yaptığı arpa, buğday ve mısırını götürüp ve yine kendi cinsiyle ücretini ödeyerek öğüttüğü değirmene götürürdü.
İşte o zaman bu mücadelede de yalnız olduğumu anlamıştım. Babanızın sizin için çalışıp para kazanması önemli bir şey olabilir ama ondan daha önemlisi babanızın size sizin onun için önemli olduğunuzu hissettirmesidir. Ben önem verilmediğimizi anlamıştım. Bu olaydan yıllar sonra yani geçen kış bu olayı babama anlatıp, yüreğime oturan yanını söyleyince babam olayı pek hatırlamadı bile ve ben bir kere daha anladım ki acılar aynı oran ve aynı yerden hissedilmiyorsa çocuğun yaraları derinleştikçe derinleşirken baba bu ezikliği ve mahcubiyeti hissetmediği gibi önem de vermiyordu.
Hayatımız ve varlığımız hepten önemsiz değildi. Bedavadan biraz pahalı, boş boş konuşan komşudan çok daha değersizdik. Onlar komşularıydılar bizim için ise evlatları deniliyordu. Hani canlarından, kanlarındandık. Sanırım bu candan kandan olmak dinlenilmememiz ve önemsenmememiz için en birinci sebepti. Kimse üzülmemizi ve kırılmamızı önemsemezdi. Gönül koyamaz ve sürat yapamazdık. Korkudan oturtulduğumuz sofralarda onlarla yemek yememiz her şeyi unuttuğumuz anlamına gelirdi sanki.
 
Bekir Kale Ahıskalı
Ekim 2010
Değirmen Kızağı-42

17 Ekim 2010 Pazar

41-İlk yayın organım "Daraba"


41-İlk yayın organım "Daraba"


Çocukluğumun en gevrek setidir daraba. Sesten yalıtılamamış ama yinede bir set, bir engeldir. Geniş tahtaların perde şekilinde yerleştirilmesiyle oluşturulan bir duvar şeklidir. Daha çok iç odalar için düşünülür ve bu odalar hiçte küçük değillerdir. Ayrıca fakirlikten sebep bu ahşabın boyanma gibi bir lüksü yoktur ve zamanla siyahlaşan zemininin üzerine eski gazete kağıtları yapıştırılırdı. Onlarda eskiyince özellikle babaannem gibi titizlikten uzak ama görüntüye önem veren kadınlar için sararan gazete yapraığının üzerine bir yenisi daha yapıştırılır ve sararan kısımlar görünmez hale getirilirdi. Yağıştırılan gazete kağıdı sararıncaya kadar gazetede ne varsa hepsini ezberleyecek kadar okurduk.

Zaman geçtikçe bu düz zemini kendi amaçlarım doğrultusunda kullanmayı öğrendim. O koca alanı kendime ev içi ilan iletişim ve haber sayfası yapmaya karar verdim. Tabi dayağı göze alıyorsunuz. Gazetede yazılı olanların bir nizamı olmasına rağmen ben boş alanları kullanmaya çalışırdım. Yazdığım yazıları düz ve okumanaklı yazmayı beceremediğimden kirli olan bölümleri daha da kirletmiş izlenimi verirdi. Bu görüntü bana azarlama veya tokatlama olarak geriye dönerdi.


Nedendir bilinmez (sanıyorum inançtan kaynaklanan bir durum) ama yediğimiz dayaklar hem yüzümüze atılmazdı hemde kolay kolay çıplak elle dayak yemezdik. El süpürgesinin sert tarafıyla yapılan bir ceza yöntemiydi (ki biz buna süpürgenin gavur tarafı derdik). Dayak yeme pahasına isteklerimi, hoşlanmadıklarımı yazarak yayınlardım. Dediğim gibi dayağıda yediğim oluyordu. Basın özgürlüğümü ilk kısıtlayan yönetim o yönetimdi. Ben büyüdükçe özgürlüğümü kısıtlayan birim ve kurumlarda büyüdü. Bugün sopayı aba altından gösterse de en büyüğüyle karşı karşıyayım.


Bu sebeple ilk yayın organımın adı 'daraba' dır. Tek yazarlı ve tek konuşanlı bir ortamdan bugünlere geldiğimi düşündükçe nostaljiyle birlikte bir iç acısı yaşıyorum. Yeni evimizi yaparken o tahta daraba oda da yıkıldı. Annemin dediğine göre o gazete kağıtlarını kazıdığımda dokuz-on kat üstüsteydi. Tabi o zamanlar o yazdıklarımı saklamayı akıl edemedim. Akıl etseydim bile bana özel bir alanım ve sandukçam olmadığı için yine annemin hışmına uğrayacaklar ve yakılacaklardı.


Daraba odalarda söylenilen herşey yan odaya ulaşırdı. Dolayısıyla söylemeden yazmak ve o ilk etkiyi yarattığı anda ilk temas bölgesinden uzak olmak alacağım cezayı kısa süre erteliyor ve benimle buluşuncaya kadar öfke zayıflıyordu.


Bekir Kale Ahıskalı
Ekim 2010
Daraba-41

12 Ekim 2010 Salı

40-Zekat keçiliğinden kınalı koçluğa



40-Zekat keçiliğinden kınalı koçluğa
 
Hepimizin kirli çamaşırlarımız vardır. Bu çamaşırlarımızın sayısı temizlerin sayısını geçmedikçe yahut bizler istilacı ve yayılmacı bir çirkefliğe bürünmedikçe temiz olduğumuza hükmedilir. Hayatın kurallarında hatta itikadın temelinde bu vardır. Herkes hata yapabilir ki bu hata kirlenmeye sebep olur sonra herkesin pişman olma hakkı vardır ki buna da tevbe denir, bu pişmanlık ve tevbe insanı aklar. Sosyal hayatta hata yapmayandan çok hata yapana rastlarız. Pişman olmak demek yaptığının yanlış olduğunu anlamak demektir. Bu anlayış aynı zamanda bir düşünce, idrak ve muhakemenin sonucudur. Hayatımızda normal seyretmesi gereken akış budur.

Sosyal denge buna bağlıdır. Hatayı bilirseniz doğruya sarılırsınız. İnsanın akıbetini bilmediği şeylerin peşine düşmesi kolay ve ekseriyetle tercih edilen yoldur. Sona yaklaştıkça durum belirginleşir ve beşeri iradenin ortaya çıkış noktasıda burasıdır. Yaptığının yanlış ve hata olduğunu, yanlışa götürdüğünü görmek bir çok insanın idrak edebileceği bir durumdur. Doğruyu farketmek ve bu durumda çartketmek her insanın yapmadığı, aypmaya cesaret edemediği bir eylemdir. Ya Firavun gibi bir iddiada bulunur ve "bir kere söyledim artık vazgeçemem" dersiniz ki bu sizin adınızı tarihe Firavun olarak yazdırır; ya da hatanızı farkeder "eyvah!" dersiniz ve hata yaptığınızı beyan ve ilan ederek çarkedersiniz ki bu sizin, doğruya hatasında ısrar edenden daha yakın olduğunuz anlamına gelir. Bu bir necat işareti ve eylemidir. Yeniden başlamanın ilk adımıdır. Zekat keçiliğinden kınalı koçluğa giden yol buradan başlar.

Diyelim ki hatanızda ısrar ettiniz akıbetiniz ne olabilir?

Kızıldeniz'de boğulursunuz. Musa'ya yenilirsiniz. Sürüden ayrılma ihtimali en yüksek olan siz olursunuz. Sürünün en güçsüz halkası olduğunuzdan kurtların dişlerine en yakın siz olursunuz. Sürünün gücü tıpkı zincirdeki güçsüz halka gibi en zayıf halka olarak sizin gücünüz kadar olur. Biraz daha iyimser olalım; sürünün en gerisinde kaldığınız için çobanın sopasından en çok nasiplenen olursunuz. Çobanların adeti olduğu üzre en sıska parça olarak zekat memurlarına verilirsiniz. Çevrenizden ve tanıdıklarınızdan ayrılmaya zorlanırsınız.Yolunuz kör bir bıçakla erken kesişir vs...

 
Zekat keçiliğinden kınalı koçluğa giden yol hatalardan ders çıkarıp çark etmekten geçer. Bu yol Musa'ya daha yakındır ve sizi doğrulara ve doğruyu yapanların diyarına götürecektir.

 
Bekir Kale Ahıskalı
Ekim 2010
Kekeme Kaval 40

9 Ekim 2010 Cumartesi

39-Ucuz Sözler Ansiklopedisi




39-Ucuz Sözler Ansiklopedisi


Eğitimin en kısa yolu sokaktan alınan eğitimdir. Kalite süzgecinden geçmediği gibi, kimden geldiğine de bakılmamaktadır.Kısa, ağır ve ucuz sözcüklerin pazarıdır sokak. İnsanın en acıyan ve en hassas yerlerine saldırırlar. Görsel yaklaşımları sayesinde de çirkini güzelleştirme yerine güzel olanı, beğeni süzgeçlerinden geçirdiklerini taciz ederler. Güzel, yakışıklı ve cazibeli olan karşı cinsleri hedef alırlar. Tacizlerine sebep olarakta kurban olarak belirledikleri kişilerce görünüm itibariyle tahrik edildikleri mazeretine sığınırlar. Çirkinliği düzeltme konusunda asla tahrik edilemeyen bu zavallıların kullandıkları Ucuz Sözler Ansiklopedisi adında dil ansiklopedileri vardır.

Güzel ve üslubunda olan ne varsa onun düşmanı olarak karşımıza çıkarlar. Efendiliğe asla tahammülü olmayan bu serserilerin kendileriyle sorunları olduğunu düşünmemek elde değil. Sidik torbasını andıran kelime dağarcıkları vardır. Kokuşmuşluk, argo, küfür ve gayri edebi ne varsa hepsini bu torbada cem eder ve dillerinden def-i hacet yaparcasına toplumun ahlekını bozarlar. Sevdiklerine, sevgililerine, aile büyüklerine, en yakın arkadaşım, dostum deiklerine bile yanı dili kullanırlar. Ya kendilerine benzeyen sevgililer bulurlar yada tanıştıkları güzel lisanlı insanları bu dediğim ölçülere uygun hale getirirler."Sevgi" üst kimliğinin altında adına aymazlıktan tutun, kıtmet bilmezliğe, argodan tutun, küfürbazlığa kadar bir sürü alt kimlik oluşturdukları gibi kendilerinden başkasını umursamadıkları bir dünya meydana getirirler.

Kulaktan kulağa bulaşan bir dil kullanırlar. Bu bulaşıcılığa maruz kalmamak imkansız denecek kadar zordur. Ya iradeniz dışında kulaklarınıza misafir ederler bu Ucuz Sözler Ansiklopedi maddelerini yada duyurdukları bir dostunuz, ahbabınız sayesinde sizinde tüketebileceğiniz bir mesefeye kadar sokarlar. İstemediğimiz halde kulaklarımıza kadar sokulan bu istenmeyen sözcükleri duymama gayretine girişmişken şimdilerde Ucuz Kalemler Sözlüğü diye bir sözlük yazma gereği duyar oldum. Adına yazı dili, şiir, düşünce, roman, anı vb...denilerek yazılı bir halde okuduğumuz ekrana düşmeye başladı. Bu üslubun bu kadar hayat bulması veya tüketicisinin olması ise toplum olarak basiti alıp hayata uygulama, düşünceden kaçma, idrakten uzak olma, izan eksikliği, kendini yetiştirememe gibi yanlarımızı ortaya çıkarmaktadır. Toplum olarak güzel dilimize sahip çıkmadığımız gibi başka milletlerde pek olmayan kendi cihetimiz açısından zengiliğimiz sayılabilecek konuşma dilimiz ile ibadet dilimizin iki farklı dil olması güzellik ve zenginliğinden de yaralanamamaktayız. Kaldı ki yükün ve zenginliğin altına girerek ibadet dilimizi anlama gayretine girişmediğimiz gibi onu da tüketime hazır bir şekilde kendi dilimize uyarlanması gibi kolaya kaçma gayretindeyiz. Orijinal metinler kendi dilinden okunabilmelidir. Yine kaldı ki diller yapısı itibariyle farklı olduklarından bire bir tercüme edilmeleri de mümkün olmamaktadır.

Dilimiz itibariyle zengin bir babanın fakirlikten kıvranan çocukları gibiyiz. Eğitimcililerimizden tutun dilbilimcilerimize kadar kısır ve basit kelimelerle iletişim kurar olduk. Daha dün bir arkadaşımın meşgalesinden bahsederken Bir lisede müdür muavini dediğimde İlköğretim 6 ncı sınıf öğrencisi olan öğrenciden bana yöneltilen"dayı muavin ne demek?" sorusu dil kullanımında ne seviyede olduğumuzun göstergesiydi. Oysa bu öğrencilerin müfredatlarını incelediğimizde muarifimizin belirlediği 101 Temel Eser diye belirlenen eserlerin kaçını okumuş olması gerektiğini göreceğiz.


Okumayan, inandığını teferruatıyla ve sebepleriyle bilmeyen, eksik bildiği kadarıyla bildiğinin doğruluğunda ısrar eden, geleneksel bir kulaktan dolma eğitim çarkına kurban edilen ebeveynlerimizin yetiştirdiğini sandığı, bu haliyle de sokağa saldığı bir neslin kısır lisanının kuşatması altındayız. Sebep her ne olursa olsun hiçbir insanın eğitim hakkı elinden alınmamalı diye düşünüyorum. Yetiştirmediğiniz erkek ve kadının çocuklarını sokak yetiştirir ve yetiştirilen bu çocuklar suç örgütlerine servis edilir. Kıyafetten cürme, ibadetten isyana, ateistlikten deistliğe, şuculuktan buculuğa kadar kimlik ne olursa olsun eğitim hakkı engellenmemelidir.

Yaşadığımız toplumda maddiyat sınıf farklarını belirlediği gibi bu seviyesini yükselten bireylerde istedikleri sınıfın içine girmeye hak kazanabiliyorlar. Eğitmediğimiz ve alt kimlikler vererek uzaklaştırdığımız bireyler gayri meşru yollardan kazandıkları parayla kapı komşumuz olacak kadar yakınımıza sokulabiliyor ve sokak denilen kontrolsüz eğitimin alınabildiği, öğretimin verilebildiği bir alanda çocuklarımıza oyun arkadaşı olabiliyorlarsa eğer bu gayrimeşruluğa iten zorbalıktan kazandıklarıyla statü elde edebiliyorlarsa dışladıklarımız tarafından birgün dışlanmamak için hoşgörü ve temel değerlerden taviz vermemek kaydıyla değişime hazır olmalıyız.

Unutmayalım toplumların ve vatanların kaderini toplum ve vatanların kabul etmedikleri belirler.

Bekir Kale Ahıskalı
Ekim 2010
Kekeme Kaval-39

28 Eylül 2010 Salı

38-Bakmayı öğrenmek




38-Bakmayı öğrenmek

İnsan ya öğrenerek yapar ya da yaşayarak öğrenir. Un elemeyi öğrendikten sonra eleğini asmasını da öğrenir. Bu silsile yollu öğrenme bir anlamda insanın programlanmasıdır. Bakmak güdüsel bir davranıştır, bakmayı öğrenmek insanın aklının terbiye edilmiş halidir. İnsan sabaha uyanır ama öğleni öğrenir. Kitaba bakar ama okumayı, eskimiş kitap kokusunu öğrenir.

İnsan bakarak sevmeyi de sonradan öğrenir. İnsanın baktığını sevebilmesi için baktığı şeyi en ince ayrıntısına kadar görebilmelidir.. İnsanlar teferruatını bilmedikleri, görmedikleri şeyi sevemezler. Bakmasını bilirlerse eğer sevmesini de başarabilirler. Tabi ki severek bakmasının öğrenen gözleri varsa.


Sevgiyi; bakan gözlerime değil, severek bakmasını bilen gözlerime borçluyum. Bütün renklerin sahibi onlardır.


Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010
Kekeme Kaval-38

26 Eylül 2010 Pazar

37-Olsaydı / n bir nefesi / n yeterdi.



37-Olsaydı / n bir nefesi / n yeterdi.

Hani dudaklarımdan çıkan kelimelerin gözlerimde yaktığı ateşi görüyor da ondan seviyor desem hayır onu görmesi mümkün değildi. Onun gözleri içe bakmaya başlayalı çok olmuştu.

Gelmeyecek olan bir baharı özlemek gibi, yahut gelecek olan baharı göremeyecek olan adamın özlemi gibiydi babamın özlemi. Benim sevdiğimi seviyor, sevmediğimin iyi yönlerini anlatıyor, zorlamadan sevdirmeye çalışıyordu. Ama biri var ki ne kadar seversem seveyim daha çok sev çünkü ben onu çok seviyorum diyordu

Hava kararıp, karanlık üzerimizi örtünce bir korku yaşadığını hissederdim ama anlam veremezdim. Işıkla dostluğu oradan geliyordu. Geceleri sevmezdi.

Ömrünü hep başkalarını düşünmekle geçirmiş ve onlara yardım için koşuşturmuş. Yakınındakilerin derdinin de sevincinin de pek farkında değildi. Yıllar sonra ona “Dağın eteklerindekiler başının sisli olduğunu göremezler ve onlar dağı eteklerindeki bahar ile düşünürler. Oysa dağların başı hepimizin başından daha önce ağarır” düsturunu ben öğretmiştim.

“Gözlerimi kaybedince anladım ki gözlerim en önemlisiymiş şimdi sorsalar annene bile vermezdim onları ama deseler ki göze ihtiyacı var çıkarır verirdim” hayatında bir kere bile görmediği insan için böyle demişti.. Onun ağladığını bir daha görür müyüm bilemem ama gözleri içe bakan adamın senin için gizli gizli ağlamasına şahit oldum.

Bir insan olarak, bir baba olarak, bir arkadaş olarak sade bir insanın manevi ve deruni hayatını anlatmak zordur. Ben onun sana dair düşündüklerini tam ifade edemeyeceğimi de biliyorum. Açık ama görmeyen gözlerini bir noktaya diktiğinde sana dair bir şeyler sormaya hazırlandığını anlıyordum. Bazen bizi beyninde örgü haline getirdiği pamuktan saraylara oturtmak için bir usta titizliğinde düşünürken bir an hasta olduğunu unutuyordu. Zaman zamanda sana olan açlığını, uzaktan hissettiği sıcaklığını yanında hissetmek istediğini dile getiriyordu. Yine bu açlığı ve çaresizliği hissettiği bir gün “olsaydı bir nefesi yeterdi” dediğinde gözlerim doldu ve uzunca yüzüne baktım. Dudaklarında çaresizlik kadar senin adın da vardı. İçinden kopan bir samimiyetle söylemişti.

Bu cümlenin üstüne bir şey yazmak veya söylemek bana düşmezdi. Anladım ki sen bize cansın, sen bize nefessin.

Ey benim başı dumanlı dağım.

Sana olan açlığım ve muhtaçlığıma rağmen huzurunda edepsiz bir laf etmeyeyim diye sustum...


Bekir K Ahıskalı
2009
Kekeme Kaval -37

23 Eylül 2010 Perşembe

36- Bir mintan, üç pijama




36- Bir mintan, üç pijama


Zenginin eskisidir fakirin yenisi. Bu hep böyle olmuştur. Karalastiklerimiz bile iyice yırtılmadan yenisini alamazdık. Merkezi yönetimden uzak, devletin halkının varlığından bile habersiz olduğu dönemlerdi o dönemler. Daha önce bizim olmayan her şey elimize geçtiğinde bizi heyecanlandırırdı. Bu başkasının eskisi veya bizden bir büyük kardeşimize artık küçük olan bir giyecek olsa bile.


Bizim kendimize göre para verilerek alınan pijamalarımız hiç olmadı. "Ben çiçekli olanını istiyorum" diyecek kadar da tercih kullanabilme varlığımızda kabul edilmezdi. Göz önünde dolaşan ama varlıkları görmezlikten gelinen bireylerdik. Bizler beklerdik ki birisinin gömleğinin yakası yırtılacak kadar yıpransın sonra o kişi gelip dikiş işinde gayet mahir oıan anneme gömleğinin yakasını çevirttirsin. Bu bizim pijama hayalimizin ilk adımıydı. Sonra aynı kişi belki altı ay, belki de bir yıl sonra o gömleğin diğer yakasınında yırtılmasıyla birlikte o gömleği gözden çıkarırır ve bu bizim ikinci adımımız olurdu birden. Ama bizim için yeni pijama adımı üç adımdan oluşurdu. Yırtılan yakasıyla gözden çıkarılan gömlek anneme verir, annem de aynı gömleğin iki kolunu iki bacak, yaparak birimize bir pijama dikerdi. Sonra aynı gömleğin sırtkısmından bir, ön tarafındanda iki pijama daha dikerdi. Başkasının eskimiz gömleği bize yeni üç pijama olurdu.


Çocukluğumuz böyle geçmiştir. Yazlık kışlık seçeneğimiz ise hiç olmadı. Bütün bu imkansızlıklara rağmen nasıl da mutluyduk bilemezsiniz. Çünkü fakirin bulduğu, zenginin attığı olurdu. Böylesine de kanaatkardık. O dehlizlerden geçerek geldik yırtığını yamamaya tahammül edemeyip yenisini aradığımız bu günlere.


Bir mintan, üç pijama... Zenginin artığıyla üç fakirin doyduğu, doyurulduğu, şükrettiği günlerdi o günler. Mutluyduk. Tercih hakkımız arttıkça mutsuz olmaya başladık. Zenginliğimiz arttıkça, gönüllerimiz çoraklaştı. Kuraklaştı gönüllerimiz. Kanaatsızlık kanatlarımızı kırdı. Sanki; mutlu çocuklardan, mutsuz maymunlara döndük




Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010
Kekeme Kaval-36

21 Eylül 2010 Salı

35- Tapınağımı Kaybettim



35- Tapınağımı Kaybettim

İnanmadı bana. Ellerimden silinmemiş kokusunu silmeye çalıştı. Ne kadar şehvet yaşanmışlıkları varsa bana yükledi. Açılmamış fermuarımda izler aradı.

En utanılacak yerimden asıldım sanki. Hiçbir urba kapatmadı beni. Birilerinin şifreleri karıştı gönül kasamın numaralarına. Ben bu hayatı ayıklayamaz oldum artık.

Bedenine dudaklarımla secde ettiğim de çıplaktı. Ayağa kalktı ve sebepsizce giyindi. Ben tapınağımı kaybettim. O bir secde edeninden daha oldu.

Başımdan aşağı yağan kar tanelerini ısıtıp kızgın çöl kumu gibi döktüler başıma. Islanmış topraklarım çoraklaştı birden. Dudaklarımdan döküldü tüm kâmus.

İçimdeki duyguların hangi mevsimsiz zamanın piçi olduğunu bilmeden alnımı secdeden kaldırdım. Ayaklarımın altından kaydı beni bu gezegene bağlayan toprak.

Tapınağımı kaybettim. Hükümlüdür. Bulan geri getirmesin.


Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010
Kekeme Kaval-35

20 Eylül 2010 Pazartesi

Ben gidiyorum. Sen de gel...




Ben gidiyorum. Sen de gel...

İnsanoğluna irade bahsedildiği günden bu yana kendi kararlarını kendisi verme yeti ve irade kuvveti sınanmaya başlanmıştır. Bu İlahi kudretin izlediği bir yoldur. Sizi yoktan var eden, size akıl, iz’an gibi meziyetler de vererek bunları kullanmanızı istemiştir. Bütün bunlarla birlikte bizi bu yoldan döndürmek için meydana gelen sebep, hata, zâfiyet gibi her neticenin merkezine de şeytanı oturtmuştur.

İradesizlik ve iradeyi kötü kullanmaya nefsi zafiyet, bunların doğru ve yerinde kullanılması ile akış şemasına da doğru yol denilmiştir. Mutlak güce baş eğme ve bunu metodize ederek yaşam şekli haline getirmeye ise inanç denilmiş. Bize yaşam denilen bu pınarın suyunu doğru kullanma, suyu bahşedene şükretme, adalet, muhabbet, iman ve itikat gibi temel unsurları nerede, nasıl, ne şekilde kullanacağımızı gösteren bir elçinin sunumunda bir kitap verilmiştir.

Ne kitabın doğruluğuna ne de onun tebliğinde aracı olan elçilere asla ve asla şek ve şüphe ile bakmamamız öğretilip öğütlenmiştir. Biz de duyduk, tasdik ettik diye dillerimizle ikrar vermişizdir.

İnanma insanoğlunun hilkatinde hücrelerine derc edilmiş bir ihtiyaçtır. Herkes ama herkes bir şekilde bir şeye inanır. Ateizm denilen savın savunucuları bile bir varlığa değil yokluğa inanca inandırmaya çalışırlar. Neticede bizler var veya yok gerçek yada yalan, az yada çok bir şeylere inanırız. “Beşer nisyana müpteladır” ın mucibince unuttuklarımızı, göremediklerimizi, bilmediklerimizi vs kategorize etmeden içimizdeki genel bir tanımlamaya sokarak elimizdeki verilerle bir hüküm çıkarırız. Ancak ne var ki bilgi arttıkça doğru değişir ve bizler hata denilen o cürmü işlediğimizi ya geç fark ederiz yada hiç fark etmeyiz. Bu bilgilerden hareketle yıllar önce okuduğum ve hayatımda düstur haline getirdiğim, doğruluğuna şeksiz şüphesiz inandığım “benim davam haktır demeye hakkın var ama yalnız benim davam haktır demeye hakkın yoktur” sözü…


Hakikaten derinlemesine düşündüğümüzde kavgaların temelinde yalnızca kendi inanç ve davamızın doğruluğuna inanmamızın, başkasına veya menfaatimize uymayana hayat hakkı vermediğimiz düşünce ve eyleminin yattığını görüyoruz.


Bizim hür irademiz, konuşma serbestiyetimiz başkalarının esaret ve mahrumiyetine sebep oluyorsa bu irade kudreti değil, bir iradenin diğer iradeye mezalimi olur.

Cüzi iradesini doğru kullanamayanlar bu eksikliklerini başka kılıf ve örtülerle izole ederek bize sunmaya çalışırlar. Bazen öyle mücadeleler görürüz ki şaşırıp kalırız. Bir savaşta vatanın kurtulması için çarpışanla bostanının kurtulması için çarpışan aynı gücü sarf edebilirler, aynı uykusuzluk ve sıkıntılara katlanabilirler ancak kazançlarına gelince birisi vatanı kadar kahramandır diğeri bostanı kadar… Burada her ikisi de iradesini kullanmış ve davaları kadar büyüklüklerini ispatlamışlardır.

İnancımızda “ameller niyetlere göredir” denilir. Sizin niyetiniz ne ise o kadar büyük ve âlisinizdir. Burada bize düşen bunun bir işaretini emaresini göstereceksek ıslığımız güttüğümüz sürüyle orantılı olsun der atalarımız. Güttüğü iki koyun ıslığı dağları alan çobanların makbuliyetinin ne olduğu meyandadır.

Şimdi “Ben gidiyorum. Sen de gel” demiyorum. "Gel" diye ısrar etmem bile senin iradene, düşünce ve iz’anına saygısızlık olacağından susuyorum. Hem sen; "Ben gidiyorum. Sen de gel" dediğimde yön belirleyecek kadar iradelisindir. Seni Yaratan sana da cüzi irade diye bir şey bahşetmiştir. Her nefis kendi fiilinden sorumludur. Gelirsen yol arkadaşım olursun gelmezsen yine arkadaşım olursun.



Daha iyi ve daha güzele, hep beraber el ele..


Bekir K Ahıskalı
Haziran 2009
Kekeme Kaval-34


Not: En son okuduğum kitap Kriton Dinçmen’in eski Yunanca’dan çevirisi olan Sapho’nun şiirleri

18 Eylül 2010 Cumartesi

33-Ümit meşcereliğim




Ümit meşcereliğim

Bu sabah ümit meşcereliğimde büyütmeye başladım yarınları. Yarınlar bu günden daha güzel olacaklar. Her mevsim ayrı bir ölüm uykusu uyanışı olacak. Bembeyaz karlar yağdıkça temizlenecek damlarım. Karlar eridikçe güzünüzle gördüğümüz her yer çimlenecek.


Tatlı bir güz rüzgarıyla selamlaştım bu sabah. İçinde önce kışın kilit anahtarını, sonra baharın yatak odasınını müjdeliyordu. Nazlı nazlı salınıyordu ihlamur ağaçları. Kokusunda bir sevda daha buğulanıyordu solan yaprakların. Daha güzele uyanmak için gidiyoruz diyordu yapraklar.


Bu sabah bahtım bana tebessüm ediyordu. Sokak ve caddeler gelin endamıyla karşılıyordu beni. Gökleri; ayı, güneşi, yıldızlarıyla, zemini; bağı bahçesi, ovası-obası, otağı, ırmakları ve ormanlarıyla yudum yudum hayyallerime içtirdi benliğimi saran esintiyi.


Bu sabah herşey kalbimin diliyle konuşmaya başladı. Sevinç buğuları sardı her yanımı. Bu baş döndürücü meşherler karşısında kendimi cennetin bir köprüsünden seyrederken buldum sanki. Mest oldum. Hayata sükunet tüten ayları, günleri, saatleri dakikaları olmayan bir vadiden sesleniyorum sana "seni seviyorum"...

Çok yoğun bir geceden uyanmış gibiyim bu sabah. Üzerimden insani ne varsa geçmiş gibi. Arzularından hafiflemiş, yeni fetihler yapmış mağrur bir kumandan edesıyla bakıyorum her şeye. Ruhumdaki bu kansız devrimin kahramanı yine benim. Ne kadar mücrim yanım varsa hepsini affediyorum.

Bu sabah yüzüme bakanlar ümitlerimin fihristesini görecekler. İçimdeki tüm miskal istisnaları kaide olsunlar diye çoğalttım. Hadi yüzüme bakın ölü dediğiniz ümitlerin yaşama yeniden nasıl döndüklerini öğreneceksiniz.




Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010
Kekeme Kaval-33

14 Eylül 2010 Salı

32-İda’nın Kolları



32-İda’nın Kolları


Burası yeryüzünün saçlarının en gür olduğu yerler Göçmen kuşlar gagalarındaki güzellikleri bu güzelin kollarına bırakmış olmalı. Sarı Kız denizden çıkalı çok olmamış. Vücudundan süzülen tuzlu sular yerini tatlılığa bırakmış, toprak yeni uyanmış beden gibi hafif nemli.



İda; ayaklarının denize sokmuş keyif çatıyor. Deniz İda’yı oyalamak için sürekli dalgalarını gönderiyor. Az ile yetinmiyor İda, bu haliyle küçük Anadolu kadınına hiç benzemiyor.




İda’nın kollarında olmak Tanpınar’ın ifadesiyle 'Yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.' dedirtiyor insana. Bir kere insana sadakatsiz sıfatını yapıştırtmıyor zirvesine tırmanmak, sinelerinin arasında yatmak ve edebiyatçı için artı hayaller katıyor bu güzelin kollarında olmak.




Bir yerlerinizden yaralanmışsanız eğer taze boynuzlanmış bir ilişkinin en temel merhemi İda. Hani saçlarını bedeninize şöyle bir serişi var ki ne varsa maziden getirdiğiniz birden döküveriyorsunuz kafanızdan. Tanrılar Troya Savaşı’nı buradan izler ve heyecandan ayağa kalkan tanrının ten ısısı sinmiştir. Sarı Kız dünyaya gelirken tüm Güre sancılanmış olmalı. Tarih öncesi ensestliğiye ve yakın zamanın en sesliliğiyle dimdik durur İda.




Her gencin geleceğe yönelik hayali olan; Ahıska’da giyinik Sarı Gelin neyse bu kıyılarda çıplak Sarı Kız o. Yine de elleri terleyen gelinlerin tenlerini soğuttukları zirvelere sahip buralar. Öpülmekten Olivia dudaklı gelinler görürsünüz buralarda. İleri yaşlarına rağmen kadınlıktan kesilmeyen nineler ve olivia ağaçları kadar uzun yaşayan erkekler.



Düşlerin çok telaşların tek olduğu topraklar burası. Kulaklarımıza ansızın düşen “Hasan Boğuldu” çığlıklarına rağmen İda’da yaşama doyum olmaz. Öpünce moraran dudakları, nemlenince kesik kesik akmaya başlayan soluklar ile en arzulu bedenin kollarıyla sarar İda.










Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010-09-14
Kekeme Kaval-32

13 Eylül 2010 Pazartesi

31- Hicri bir ayrılığın arafesi...




31- Hicri bir ayrılığın arafesi...



Zaman yağsız sicim gibi akmak bilmiyor. Yürekler kimsesi olmayan bir kimse tanımından öte gidemiyor. Bir ayağı çocukluğunda kalmış kıyametine az kalmış bir ihtiyar düşüyor nazarlarıma. Menekşeler koklanmamaktan solmak üzereler. Gözleri öpülmeden büyüyen bir çocuk saçlarına tükürüklediği elleriyle şekil vermeye çalışıyor.Aynasına ağlamaklı bakıyor bir gelin. Kıratının nal attığından habersiz atlı.





Son balasının adını koymak için susmuş sanki. Dede Korkut'taki bu suskunluk hayra alamet değil. İçinde er meydanlarının olmadığı bir düzlemde kalleşçe hançerlenmekten ar ediyor yiğitler. Alnındaki lekeyi bir şapkayla kapatıyor şahmaran. Balıklar mı deri değiştiriyor yoksa yılanlar mı yumuşadı belli değil aslında.





Güneş elleri rahat durmayan bir sevgili gibi biryerlerimizi okşuyor. Gecelerime ızdıraplı kimlik çıkaralı çok oldu. Kimliksiz bir sabahın koynunda bulmak istiyorum kendimi. Bu gökyüzü boşamadı gitti şu bulutu. Boşansalar rahatlayacaklar ve şu kasvetli hava üzerimizden kalkacak.Bulut namusuna laf gelmesin diye rüzgarın tacizinden kaçıyor yinede...





Soyaçekim diye bağırırıken annnesi çocuğunun arsızlığından dert yanıyor bir baba. Genetik haritası çıkarılsa bir yerde mukim olamayacak kadar karışık kokulardan mütevellit parmak izleri İliğine yabancı düğmelerin zorlamasına maruz kalıyor kalplerimiz. Suyu çıktı genlerimizin.



Gidişi başlangıç sayan bir mantığa yevmiyeciyim artık.Hicri bir ayrılığın arefesindeyim. Miladi olmuyor bu aşk, havarilerin sana kalsın kusura bakma İsa. Heybeme aldım tüm sevgi sözcüklerini. Kafiyeli gecelerime bir de fısıltılı dizeler doldurdum. Gönlümü yarın erkenden daha güzel beldelere taşıyacağım.







Bekir Kale Ahıskalı
12 Eylül 2010
Kekeme Kaval -31

10 Eylül 2010 Cuma

30-Bir şairin kalemiyle sevişip, teniyle uyumalı



30-Bir şairin kalemiyle sevişip, teniyle uyumalı belkide...



Emdiğim helalinden iki damla anne sütü. Ne eski bir öykünün sayfalarından düştüm, ne de bir öyküye konu olamayacak kadar sıradan yaşadım. Başkalarının ancak hayalinin dokunabildiği tepelere ayaklarımla bastımda geldim. Her adımınmda bir sıradışılık, her soluğumda bir heyecan vardı.



./...

Bir hastene odasında ihanete uğrayan ilişkiden doğmadım ben. Dokuz ay on gün bekletildim ışığın bile alınmadığı ilahi bir hücrede. Sonra adına yaşam denilen bir bakışın bir bakışa yenildiği bir kuytuya atıldım. Ortada bir tenhalıktı bana ayrılan yer. O kuytuyu da kaybettikten sonra bu ülkede konaklamaya değer bir yer kalmamış demekti.Babil'in Asma Bahçeleri'nde öpülmemekten pas tutmuş dudaklar gördüm yerlere dökülmüşlerdi. İhtişamlı üzüm bağlarından geriye biri sıkılmaktan morarmış, diğeri sarkmış iki salkım üzüm kalmıştı... İniltilerin ne kesik kesik olanına, ne de uzunhava şeklinde olanına rastlanmıyordu. Bütün sevdiklerimi ölümle başlayan, yeniden dirilmekle biten bir yaşamın fihristesine kaydetmişleri.



./...


Hayatı bütün bütün sevmeye çalıştımsa da, o beni sevdiklerimle parçalayıp yünetmeye çalıştı. O mektubu bilmem kaçıncı okuyuşum, içinde hala ne seni ne de beni bulabildim. "Bir şair öpüşmeyi bilmese ne olur ki öpüşmeyi yazabiliyorsa bu yetmez mi?" diyordu tensel iletişimi bilmeyen devrik kalemli bir şair. Şairlerin kendilerine şap, kalemlerine keçiboynuzu yalattırmış olmalılar... Bir şairin kalemiyle sevişip, teniyle uyumalı belkide...



./...

Nikotinimsi bir tad... İçinde katran karası geleceği iple çeken ümitsiz bir kalp çarpıntısı. Eski bayramların tadı yok diye sitem etmiyorum çünkü, eski sevgililerin dudakları geçmişte kalmış silikonlu dudaklar ancak bu tadı verebilir. Geçmişin elemleri, geleceğin tasaları... Hani bu gününe ne oldu, onu neden yaşatmıyorsun.



./...


Sen benim olmayan bir hayalin meyvası olmasaydın ben dudak kilitlerimi çoktan kırmıştım. Bir günah işleyesim vardı dudaklarımı dudaklarından çekerek işledim işte...



Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010
Kekeme Kaval -30

7 Eylül 2010 Salı

29- Sevda Körlüğü



29- Sevda Körlüğü


Her ateş doğar, olgunlaşı ve ölür.Yeni tutuşmuş ateş, çocuk gibidir. Ateşler közlenince yaşlanırlar. Kör bir çırada boğulur ateş. Kül ateşin ölmüş halidir.


Sesin etkisi anlamıyla ölçülür. Gün gelir mırıldanmalar, fısıldaşmalar sesin efendisi olur. Dudaklarınızdan yuvarlanacak kelimelere yoğun anlamlar yükleyin. Sesiniz size ait bir elçidir. Bu elçiyi herhangi bir kulağa ikinci kez gönderme hakkınız, lüksünüz ve imkanınız olmayabilir.Sesinizi onarmadan seslenmeyin.


Arıyla cilveleşmeyen çiçek bala dönüşemez. Yürümeyen su çürür. Saldırmayan kartal özgür değildir. Gagası keklik eti kokusuyla kamaşmayan atmaca tembeldir. Düşmekten korkma, bir zirveden düşenlerin sayısı o zirveye çıkanların sayısından asla fazla değildir. Düşük ihtimale tutun. Yağmurlar sevmeyenleri ıskalar.


Hazırlık aşamasında acısını çekmediği sevinçleri hak etmez insan. Şairler şiirin sancısını çekmelidirler. Gölü kuşatan dalgaların gücü, atılan taşın şiddetine bağlıdır. Şairin gerdanı dilindedir. Dili dul kalınca... Ölümüyle en güzel şiiri yazar şair ve bu aşamada şehvetsizdir dizeleri. Çoğu dize daha doğurmadan hayat denen cüzzamlı hekimin titrek ellerince şairin dünyasından kürtajla alınır. Yazılmayan şiirleri kürtaj yapmışlardır. Şair doygun olmalıdır. Kendisi doymamışın uzatacağı lokma eksiktir. Şair dizelerinde; tadını beğenmeyen yutmak zorunda kalmasın diye, ayrılığın tadımlığını geliştirir. Yaptığı itibariyle şair doğurgandır. Sürekli gebe kalamaz. İçimizde sevdiğimiz kadınları mumyalarız. Bu sebeple kendileri bozulsa bile, hayalleri bozulmaz. Sırlarımız beynimizin biryerinde terlemeye başlar. Tepkilerden korkarak içindeki çıplak, aykırı şiiri yazamayan şairi sürekli gebe gezen bir türlü doğuramayan kadınlara benzer.



Beni ömrünün en yaşanılası yerinde bırakmadı hayat. Cüret hep yanlış dudaklarda yaşıyordu. Yüzü yeni bir cinnetten dönen şairler tanıdım, cenneti bilmiyorlardı. Sekerek giden sözcükler ve çarpık dizelerİ vardı. Nesir cinayetleri işliyorlardı. Çatal dilli engereklerle sevişiyorlardı adeta. Mini etekli şairler tanıdım. Volkan mimikli kadınlardı, şehvetin fitilini ateşliyorlardı. Ön sevişmeleri kısa sürsün diye mini etek giyiyorlardı. Duvar giymezlerdi. Yattıkları yataklara serilen her nevresim hem yatağın hem de kendilerinin duvağı oluyordu. Çocukları vardı, terkedilmiş parklar gibi ıssızlardı. Yaraları kabuk bağlasın diye bir yataktan başka koşuyorlardı. Bilmiyorlardı ki yaralar kim tarafından bırakıldıysa onun tarafından öpülmeden kapanmıyor.



Ağaç; evlatları birbirine düşmüş anne gibidir. Aynı ağacın bir dalından kalemler yaparlar. Sonra o kalemle yazılar yazan birinin fermanını başka bir kalemle yazarlar. Aynı ağaçtan yapılma darağacında sallandırırlar. Aynı ağaçtan yapılacak tabutun çivilerini çakacak sapı başka bir daldan yapılmış olan keser... Başka darağaçları yapmak için mezarın başına başka bir ağaç dikerler.



Ödüller; ödüle layık olanı, alındıkları günden sonra durgunlaştırır. Buluttan ipini koparan her damla toprağa gözyaşından önce düşmek ister. Toprağa dokununca ömrü son bulacak, o bunu bilmez. Aynalar baktığınız zamanın türküsünü söylerler. Çoğu ezgi aynaya düşen görüntümüzün resmidir. Aynalarda o resmi öylece bırakamayız. Zaman madenlerin de öldürür, demir pas tutar. Kötü birşeyler yaptıkça insan içerisinde bir cehennem büyütür. İçindeki cevheri kendi cehenneminde eritir. Aynaya iki bakışımız arasındaki değişimini farkedemeyen, korkunç bir zaman öğütme makinasından öte bir şey değildir.

Gözlerine kum dolmasını göze almayan çöl şairlerine sevda körlüğü miras kalır.

Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010
Kekeme Kaval -29

5 Eylül 2010 Pazar

28. Leyla'ya Miras Kalan




28. Leyla'ya Miras Kalan

Şehirler gördüm.
Altından hafifmeşrep kadınlarının şehvetleri akıyordu. Yüzleşmeye cesareti olan şehirlerin aynalı çarşıları vardı.
Şehirlere gittim, kendimi bir türlü götüremediğim şehirlere. Şehirlerden geldim, kendimi orada bırakarak.Ben dursam bile giden yollar gördüm.Her nereye gittimse gölgem dediğim sürüngenle yaşamak zorunda kaldım. Sevişirken bile.

Şehirler gördüm.
Yağmurlarından geriye toprak kokusu kalıyordu. Ağlayan sokakları vardı. Üzeri betonla örtülen toprağına daha saçları ıslanmadan inen yağmurları vardı. Saçlarını ıslatmadan bedenine sürüklenen yağmur sinelerinin dikliğini törpüleye törpüleye koca dağları küçük rampalara küçültmüştü.

Şehirler gördüm.
Kokularından çığlıklar yapmışlardı.Yüzölçümü yüreğinden büyük kaygılar yayılıyordu yüzlerinde. Herkese çelme atan hayat farklılıklar sunuyordu.
Ahalileri kendi ezgilerini besteliyorlardı. En çok günahı olanlar en derin duaları ediyorlardı.

Şehirler gördüm.
Direnci zayıflayan soğukları topraklarına zemheri düşürüyordu. EziLdikçe karları, büyüyordu çiçekleri. Dilberleri dillerinden doğuruyorlardı. Urbasız günahları vardı.


Şehirler gördüm.
Kanaviçeli bir mendilllere bırakılmış kokuları vardı. Konuşunca anlaşılan, gülümseyince inanılan meltemleri vardı.Çıngıraklı yalanları da, doğrularla uzlaşamayan.Sevmelerden uzak gönüllerini zehirli örümcek ağları bağlayan semtleri de vardı. Kara bir tahtaya, beyaz tebeşirle kirli yalanları da yazılabiliyordu.


Şehirler gördüm.
Çalışkan ölümleri, bitişken sevişmeleri vardı. Ölecek kadar mutsuz olan insanları hiç olmazsa ölmeyecek kadar sevişiyorlardı. Terlemeden sevişmenin başka günah olduğunu bilmiyorlardı. Kendini vermeden bir dudaktan bir dudağa nem akıtan güzelleri vardı. "Mutluyum" gibi püsküllü yalanları vardı. En büyük yalanı bedenleri söylüyordu. Her gece güneşi doğururken ölen geceleri vardı. Gün geceden yana gibidir. Şehir terlemiyordu dokunuşlardan, kuğuya dönüşmüyordu dokunuşları. Bir sevişme fihristesi olmaktan uzaktı öpüşmeleri.


Şehirler gördüm.
İlk yaz gibi diri gögüslü ve yazın sonuna bereket doğuran dallar gibi memeleri süt veren, sonbahar gibi sütyensiz iklim ve kış orgazm olmayı unutmuş ebeleri tuman defilesi sunuyorlardı.Erkeklikleri uyutmazken erkekleri, huzursuzken dişileri, yatağında aklından iri parçalar koparamadan ve şehvete dönüşemeden sönen volkanları vardı.


Şehirler gördüm.
Mecnun'u gitmiş Leyla'sına miras kalan viraneleri vardı
Meddahı ölmüş bir oyun kadar yetimdiler.


Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010
Kekeme Kaval -28

3 Eylül 2010 Cuma

27-Mor Kefen




Mor Kefen

Dudaklarımın önünde bir matem ağıdı bekletiyorum. Issız bir türbedarın kazma sesiyle irkilmek istemediğimden kendi mezarımı kazmadan önce bedenime giydirilmesi için mor bir kefen siparişi veresim var. Dünyada açık bir hesabım kalmasın istiyorum.

Bu dünyanın geleni ağlamaklı, gideni mutlu. Doğan mı yoksa ölen midir necatı yaşayan? Yapılacak işler, çekilecek çileler pay edilmiş çoktan. Üzerime düşen dağ büyüklüğünde mesuliyetlerim var. Kötü ve çirkine somurtma hakkımı hakkıyla kullanamıyorum. Daha dün sevmediğim birisine gülümseyerek yüzümdeki somurtu dağlarından birinin yerini değiştirmek zorunda kaldım. Bana sanki bedenle ilişiği kesilmiş bir iradenin göstermelik varlığını sürdürmek zorundalığı rolünü vermişler. Omuzlarımın üstündeki insalık apoletlerine her zamankinden daha fazla anlam ve irade yüklememi engelleyen adı alışkanlık olan gelenekselleşmiş yaşam sürmek zorunluluğum var. Hayatı yemek, içmek dert çekmek ve uyumak dışında bir şeyleriyle yaşamak hakkımı engelleyen yaşamsal bir yasaya ne zaman geçtiğimi hatırlamıyorum bile. Kendimi bu bedende sahipleri çoktan göçmüş, kimsesi kalmamış bir viranenin kullanma ruhsatsız mukîmi gibi hissediyorum.

Eninde sonunda bu ümitsizliği bir rafa kaldırıp ileride geniş bir patikaya dönüşecek olan ayak izlerimi bıraka bıraka bir yol açacağım





Bekir Kale Ahıskalı

Eylül 2010

Kekeme Kaval 27 (Mor Kefen)

26-İçimdeki mızmız çocuk!...



İçimdeki mızmız çocuk!...



Eskiden içimdeki çocuk mızmızlanmaya başladımı bir çözüme problem olmaya çalışırdım.


Çok kısa aralıklarla ağlayıp, peşisıra gülebiliyordum. Bir şeyi ısrarla isteyip, istediğim şeyi elde ettiğimde o şeyin yüzüne bile bakmadığım olurdu.


Tohum sancısı çeken toprağı kazar, suyla karıştırıp çamurdan evler yaparken kendimi dünyayı yeniden inşa etmişcesine mutlu hissederdim. Oyundan tatmin olunca da ellerim ve elbiselerim kirlendi diye ağlamaya başlamadan önce bu manzarayı anneme nasıl anlatacağımın planını yapar, yiyebileceğim dayağın katsayısını azaltmak için akabinde ağlamaya başlardım. Akşam olunca çamurdan yuvarlayıp, güneşte kuruttuğum misketlerimi sayar, yatardım. Yatakta, bedenim, aklım, kalbim ve ruhum hep beraber uyurdu.




Eskiden kirlenen ellerimiz yıkayınca temizlenirdi. Yaptığımız yaramazlıkların sonucu cezalandırılmak olsa bile "çocuklar sofra hazır!.." nidasını duymuş olmak sicilimizin temizlendiği anlamına gelirdi.Tertemiz vicdanlarımız vardı. Büyüdükçe vicdanlarımız küçüldü ve bizi ilgilendirmediği için göz yumduğumuz her haksızlık bir parça daha kirletti vicdanlarımızı. Hayat, akıl, vicdan üçlüsünü yönetemez olduk.




İçimdeki çocuk gideli yıllar oldu. Hayatı toparlamakta, misketlerini toplayan çocuk kadar bile becerikli değilim. Çocukluğumdan içimde kalan tek iyimserlik, yerin dibine gömdüğümüz bedenlerin ruhlarının, gökyüzünden bizi seyrettiğine inanıyor olmak. O deliksiz uykularımdan eser kalmadı. Yatağıma ise bedenimi zor yatırıyorum. Aklım başka, kalbim başka, ruhumsa daha başka yerde sabahlıyorlar.




Ben büyüdükçe orkestram dağıldı.


İçimdeki mızmız çocuk!
Geriye dönüp dağılan orkestramı yönetir misin?






Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010
Kekeme Kaval - 26 (İçimdeki Mızmız Çocuk)

Vicdanın uyanma saati.



Vicdanın uyanma saati.


Kötülük yörüngesinden çıkmış iyiliktir. Nefessiz kalan bir bedenin bir gün sonra çürümeye yüz tutup, kokuşması kaçınılmazdır. Gıdasız kalan iyilikler kötülüğe dönüşürler. Kötülükler kötülüklerle beslenir, iyilikler de iyiliklerle. Nasıl gıdasız, havasız kalan iyilik kötülüğe dönüşebiliyorsa öylede gıdasız, havasız kalan kötülüklerde iyiliğe dönüşürler.






İnsana neyi eksik diye değil, hâlâ neyi kaybolmamış diye bakabilmeli. Yalnız iyilikleri iyilikle değil, kötülükleri de iyilikle beslemeli. Tam bozulmamışsa eğer hiçbir insandan ümidi kesmemeli onun vicdanının uyanma saatini beklemeli. Hiçbir beden ölmedikçe tam bozulmuş sayılamaz.Ya onun kalbi Amorfalyus Titanyum* gibiyse...




Bakmak görmek değildir. Düşünmezse, düşünemezse, anlayıp yorumlayamazsa, görmüş sayılmaz insan. Uyuşukluk ve alışkanlık insanın gözlerini kör eder. Bazen yaşadığınız beldenin güzelliklerini görebilmeniz için o beldeyi terkedip yeniden dönmeniz gerekir. Yanıbaşınızda durmadan akan pınardan şikayet edersiniz. Pınarları konuşmayı unutmuş beldelerin virane hallerini ziyarete gidiniz. Bu ziyaret sizin başınızda şarkılar söyleyen pınarınızın güzelliğini görmenize sağlayacaktır. Bazen kendini görmenin yolu budur, kendinden gitmek...




Düşmüşü; onun ıslah olmasını beklemeden sevebilmeli insan. Günahı değil, günahkarı sevmek, sevebilmektir bunun adı... Adem ve Havva'yı böyle sevmezmiyiz. Eğer seviyor ve sevgiye inanıyorsanız kalbinizdeki sevgiyi ondan mahrum kalanlarla paylaşınız. Kötünün silahını kötülükle değil ancak, metotla elinden alabilirsiniz.


Metot ve çaba... Zalimlerin içerlerde uyuyan iyilik denen volkanik dağlarının yeniden lav püskütmesini sağlamanın yegane yolu budur. Vahşi'nin yahşiye dönüşmesindeki kırılma noktası buydu.* Mızrak kullanmakta misli görülmemiş mahirlikte bir zalimin vicdanın uyanma saati harp meydanı değildir.




Unutmayın her vicdanın bir uyanma saati vardır ve yine her vicdanın uyandırılma metodu vardır.









Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2010
Kekeme Kaval-25 (Vicdanların uyanma saati)




*Amorfalyus Titanyum: Bir çiçeğin ismidir ve 15 yılda bir çiçek açar.
* Vahşi: Hz Peygamberin amcası Hz Hamza'yı Uhud Gazvesi'nde mızrağıyla öldüren, sonradan iman edip davaya hizmet eden kişi.

Enine firar, boyuna intihar

Enine firar, boyuna intihar


Yusuf yüzlü olmasam da olur diyordum, yeter ki Züleyha dertli bir gönlüm olsun. O da yetmiyormuş meğer. Bir de Yakup'ca bir bekleyişin olması gerekiyormuş. Bundan böyle sadakatime baş kaldırıyorum. Zamanı durduruyorum.Yelkovanı yakalamak için nefes nefese kalmayacağım. . Söyleyin beklemeden süzülüp gitsin güneş. Sallanmaya alışan beşikler döndüklerinde beni bulamayacaklar, gittikleri seferden dönmesinler artık.Gözbebeklerinin bağlandığı kundakları vazifelerinden men ediyorum.




Kendimden gideli çok oldu.Kendime gelmem bir daha. Arkamdan haykırmasınlar, duyuşlarımı bırakıp gitmiş olacağım. En olası hayalimi bile hayaller mezarlığına gömdüm. Yüreğime izinsiz düşen nazar okuyla vuruldum.Elimde kalan son kurulma tarihleri geçmiş hayallerimi bile verebileceğim bir eskici kalmamış sokaklarda. Üzerime serilen yalnızlığa karşı mücadele etmeme kararındayım. Korkunç ve dehşet veren bir sessizliği zarfını açtım artık. Topal karıncaya emanet edilmişse bir aşk, ne azına razı olunur o aşkın, ne de ağızlara sürülen bir parmak azığına.




Astarsız etek kadar şeffaf olur yerde yatanları örten toprak. Yüreğine işlenen, içinden geldiği işlendiği kilime yabancı gibi durmaya çalışan desene benzer toprağa düşen bedenim. Parmak uçlarınızı bekleyen ya kapalıyı açan, ya da açık olanı kapatan bir başlangıçtır. Düğmelerin neresinde iseniz oradan başlar sizinde hayatınız. Kemik taraklardan dökülen koyuluk saçların gençliğiyken, aynalara düşen ileri yaşın ak tecrübesidir.




Bizi doğru hedefe ne aynaları çatlatan suret güzelliği götürür, ne de insanı çatlatan merak kuraklığı. Sürebiliyorsa eğer insan, dokunuşun izini sürmeli Yoksa bütün yaşamı enine firar, boyuna intihardan başka bir şey olmaz. Dokunuşun izini süremediğimizden biz yürüyen ölüler, yatarak yaşayan dostlarımızla görüşmek için Sur'un üflendiği güne randevüler veririz.




Bekir Kale Ahıskalı
Ağustos 2010
Kekeme Kaval 24 (Enine firar, boyuna intihar)

Anı Yaşamak





“Ahıskalı; an’ı yaşa ve mutlu ol”




Güzellikler merhale merhale ilerlenerek elde edilir.
Dünlerin toplamından geçmiş bugünlerin toplamından da geleceğimiz oluşur.
Hiçbir şey bir anda güzel olamayacağı gibi, bir anda da elde edilemez.
Yarın daha güzel olacak diyenlerin kuru avuntularına kanmadan “an’ı yaşa” (malısın.)


Yarının daha güzel olabilmesi için sana; sabahı, gün ortasını ve günün sonunu
sunan zamanın sana kazandırdıklarına bakıp karar vermelisin.
Sana anı sunamayan dostlarımızı da içine alan zaman dediğimiz gizemli perdenin arkasından çıkacak şeyden emin olamazsın.
Birilerinin sihirli bastonuyla dokunup yarınımızı tozpembe yapmasını beklemeden kendi günümüzü kendimiz pembeleştirebiliyorsak işte o zaman dostlarımıza ikram mahiyetinde sunacağımız tebessümler yarının kahkahaları olacaktır. Bana öyle geliyor ki; zaman acılarını çekmemizi istediği kadar sunuyor ve o acılarımız bitmeden yakamızı bırakmıyor.


“Ahıskalı; an’ı yaşa ve mutlu ol”


böyle demişti arsız kahkahaların sahibi, gülüşüyle bedenime atlastan libaslar diken; konuşması nehir gibi akıcı, yüzü ay gibi parlak olan güzel.
Dertlerimiz geçmişte yükümlülüğünü bilerek üstlendiğimiz yine kendimiz tarafından atılan imzalarımız değimlidir. O zaman anı yaşamayı seçebilseydik ve an dediğimiz o mikro dilimden küçük mutluluk tabletlerini yudumlayarak
Yarınlarımıza hazırlanabilseydik eğer; bugün ki dertlerimiz ve sıkıntılarımız daha az tesir edecek ve direncimiz daha fazla olacaktı.


An’ı tüketirken, acılarını yaşatan zaman; acaba, yarını daha güzel olsun diye mi verir? Yoksa çekebileceğimiz tüm acıları yaşattığı için mi başka seçeneği kalmaz?


Yarının mutluluklarını bugünün sıkıntılarından bilip aldanmak ve yarın daha güzel olacak diye olmadık ezalara katlanıp, fedakarlıklarda bulunmak bizi mi yoksa bize hayatı bir kasede zehir olarak sunan insanların tercihi midir?




Geçmişin elemlerini bırakıp, geleceğin kaygılarından sıyrılarak an’ı yaşamaya başladığım günden bu yana daha mutlu daha huzurluyum.


Elbette benimde hayallerim var, benimde bahçemde açmasını beklediğim tomurcuklar var. Onlar daha güzel açsınlar diye gülümsemeyle okşayıp, dudaklarımdan suluyorum.


…an’ımı mutlu yaşamamı sağlayan ve öğreten güzel yaşadığım mutlulukları
üzerimden çıkarmak istemediğim libaslar haline getirdi. Tasalarımı attığım günden bu yana gülebiliyorum. Çatık kaşlı, olanca ciddiyetiyle geleceğe bakan adamdan; gülebilen ve geleceğe gülerek bakabilen bir adam meydana geldi.


Hem neden gülmeyecekmişim güneş elindeki kocaman feneriyle ömrümden bir günümü daha gülerek çalmaya gelmiş vermek istemesem bile alıp gidecek…


Ben değil gülen bir adamdan mutlu yarınların vaadiyle yarınları çalmaya çalışanlar utansın.


Sevgili…


Bana; an denilen küçük zaman diliminde kocaman mutlulukları gösterdiğin ve yaşattığın için sana minnettarım.. Anlarım seninle oldukça yarınlarım senindir




Bekir Kale Ahıskalı
Haziran 08-2007
Kekeme Kaval-22 (Anı Yaşamak)

İçimizdeki Şeytanı Görür Gibi Oluyorum





İçimizdeki Şeytanı Görür Gibi Oluyorum

Ne bileyim işte....

Belki çocukluğumdan... belki bilinçaltı.... belki de başka bir yerimden...
Canlıları cinsiyetlerine göre sınıflandırmak kısmına kıl oluyorum.

Bunu yaparken nedense bütün canlıları değil sadece bazılarında belirginleştiriyoruz.

Bir güvencin, bir kumru, bir kuğu, bir ördekte bunu yapmazken bazılarında bunu daha bir başka amaçla kullanıyoruz gibi geliyor.

Neden beyaz olanını sözde barış çığırrtganlıklarımıza alet ederken, siyah olanını çemberin dışına atıyoruz.

Bir bülbülün altın kafeste “vatanım...”vatanım” diye feryat etmesini anlamayarak altın kafesten çok daha değerli olan “gül” sevdasıı anlamak istemiyoruz.

Bu sınıflandırmayı yapanın insan olduğunu düşündükçe içimizdeki şeytanı görüyor gibi oluyorum.

Yani bir güvercin oturduğu daldan veya çatıdan bakarken yolda salınarak giden birini gördüğünde
bir insan yürüyor diye mi düşünüyor?

Yoksa; bir kadın, bir genç kız, bir delikanlı yürüyor diye mi düşünüyor?

Bir güvercin;

“Bu bayan güzel gülümsüyor” diye bir kez daha dönüp bakıyor mu?

Sokağın diğer başına kadar onu soyarcasına bakıyor mu?

Bu bakımsız bir insan.. diye gaga buruşturup, yüzünü ekşiterek arkasını dönüyor mu?

Ya da baykuşlar kara haber verirlerken erkeklere bir başka kaba haber verip, bayanlara “sevgili bayan bu haberi size ulaştırmak beni de memnun etmiyor ama yaklaşık şu kadar zaman sonra ananız ağlayacak. Lütfen hazırlıklı olurmusunuz?” diye daha bir kibar mı davranıyorlar?

Kuşlara bunu yapmazken, bildiğimiz o kalleş kurt'un vasıflarını anlatırken dişisine “asena” diyerek neden o kalleşlikten sıyırıp dişi bir panter haline getiririz?
Tabi ki kurt'un bundan haberi yok, olsa eminim ki oda rahatsız olacaktır.

İneğe bir misyon yüklerken... bereket verim, şefkat...
Erkeğine “öküz” demekle aşağılarız...

Hatta, kaba davrananlara, kırıcı olanlara “öküz” diyerek o hayvanı bu işe alet ederiz. Delikanlı olanlara “koçum”, güzel, tatlı olanlara “kuzum” diye paye veririz.

Yapılan bir eylemi bile “erkeğine göre başka, dişisine göre “kuyruk sallamasa”diye başlayan cümlelerle anlatarak kendimizi kazıkladığımızı düşünmekten kendimi alamıyorum.

Bildiğimiz köpekte bunu yaparak erkek olanını “köpek” diye bırakırken, dişi olanına “kancık” diyerek içimizdeki saklı tarafımızı açık mı ediyoruz?...


Bekir Kale Ahıskalı
Ekim 2007
Kekeme Kaval-21 (İçimizdeki Şeytan)

Önce kendimi, bir tenhada kıstırmalıyım





Önce kendimi, bir tenhada kıstırmalıyım


Büyümelerinden korkarak gözlerimim kapatmıştım.Kapatmazsam eğer kelepçe ürpertisi gibi ışıldamaya başlayacaklardı. Gözlerimi açtığımda seni dizlerimin dibinde, karmakarışık bir bilmece gibi kendi güzelliğinin içinde yüzerken bulacaktım. Hayatıma güzelliğini serpeli bende dalıp gitmeler, sana akarcasına gülümsemeler, astarı yırtık kahkahalar, kirpik düşürüp kaş kaldırmalar başlamıştı. Hücrelerimin sarhoşluğunda istesem eğer zamanın dışına çıkabilecektim.


Ben iki yanı bahanelerle dolu çıkmaz bir sokakta yürüyordum. Yol bizimdi ama bahaneler sadece senindi. Ya bir gören olursa, ya bir duyan olursa diye kafanda ekip biçtiğin milyonlarca kuşku vardı. Her soluk başında bir kavşakta dikiliyordun. Bir bana yakın oluyordun bir ona. “Çıkmaz sokaklarda seninim, yol bitince gitmem gerekiyor” diyordun. Birden sevdiği neye dokunsa insanileştiren, gövdenden iki salkım gibi sarkan birbirlerinden uzak, yorgun kollarının uçlarına birer meyve gibi aşılı yumuk ellerimi fark ettim. Buruşuktular, hatta ilk gördüğüm güne göre sapsarıydılar. İki ısırık atsam bir damla kan akmayacak gibi duruyorlardı. Bana da dokunsa diyordum. Parmak uçlarından başlayarak yavaş yavaş kendime doğru ilerliyor dirseklerine yaklaşınca yorulup yeniden parmak uçlarına dönüyordum. Dirseklerinden parmak uçlarına doğru sürüklenirken beni istediğinden emin olmak için bir kez daha yüzümü yerlerden kaldırıp korkuyla yüzüne baktım. Derken bir şeyler söylemek geçti içimden. Dudaklarımı gerip kulaklarına “ Düşlerin günahı var mıdır? Dokundukça tenimiz yeşilleniyor. Bu bağa izinsiz girdiysem, bedel olarak her dokunuşta derin bir soluk bırakabilirim. Nasılsa kollarında henüz ölmemiş bir ölü gibiyim.” diyecektim ama
yüz çizgilerimi allak bullak eden bu acayip hevesimi kaçıran dudaklarıma bir ok gibi saplanan bakışların oldu. Sen gülen bakışlarınla beni davet ediyordun.. Sözcüklerimi dudaklarıma sürmüştüm ama dudaklarım kekeme bir tabanca kesilmişlerdi. Yürüdüğümüz yolda hafif bir rüzgar sırtımızdan itince adımlarımızı yolun akışına bıraktık. Bal peteği gibi sarkan dudakların havayı ıslak ıslak yumuşatıyordu.


Çıkmaz sokağın sonuna varmak üzereydik. Kalan birkaç kaldırım taşının uzunlukları bitmesin istiyordum. “Yol bitince gitmem gerekiyor” diyerek yolunu kesen gözlerime ve iğde kokularına rağmen istemediği hedefe fırlatılan ok gibi yanımdan ayrıldın. Ben soğuk kaldırım taşlarına çömelip hayaller kurmaya başladım. Yolun başından dönüp geriye geldiğini hayal ettim. Gülümseyerek geliyordun. Yanıma vardın elini uzatıp ellerimden tutarak kaldırdın. Bir hamle ile belini kavrayarak kendime doğru çekmiştim ki gelenin sen olmadığını fark ettim. Oysa sen gelirken ayak seslerini kollamıştım bu sesler sana aitti. Sen diye sarıldığım bel başkasına aitti. Başımı döndüren kokun, o tende eksik olmasa öpmekten geri durmayacaktım. Bir başka düşte senin yüzüne nasıl bakardım. Derken telefonum çaldı. O arıyordu. Telefonu titrek ve düşte bile olsa senden ihanete yakın bir sorti ile uzaklaşma ihtimali olan ellerimle açmıştım. Baskına uğramış bir suçlunun sesinden farksız olan sesimle “efendim” dediysem de birgün önce kararlı ve keskin olarak bıraktığı bu sesi, kırık ve parçalanmış olarak bulmandan tanımamış olmalı ki “Kim siniz? diye sordu. Ona en alışılmış ama en belirsiz yanıtı verdim; benim!


Düşsel bir seyahatteki sessizliğin içinde küçüle küçüle bir buğday tanesi kadar kalmıştım. Kıpkırmızı kesilen yanaklarımı ellerimle kapadım. O’na ihanet edip etmediğimi anlamak için düşlerime önce kendi suretinde geliyor dudaklarıma yaklaştığı an ihanet edip etmeyeceğimi anlamak için suret değiştiriyordu. Elleri, ayakları, bakışları, duyguları sen o bile kokundan bir dirhem eksik olan taslakları beni O’na ihanet ettiremediler. (düşsel bile olsa). O’na birbirlerini onaylayan minik yalanlar bile söylemedim. O’nun yanında olmayı çok istiyordum. Yanında ki ağlamayı uzakta ki gülmeye yeğlerim. Sesimi işitecek kulaklar, ellerimi ısıtacak eller, dudaklarımı öpecek dudaklar bir düşten daha güvenle uyanmış olmalıydılar. Saatime baktım mesainin başlamasına az kalmıştı. Hergün aynı saatte gelmesini dört gözle beklediğim çağrı yine geldi. Karşı bir çağrı ile misillemede bulundum.


Ah! O’na duraksamayan, şaşırmayan ve sevinen gözlerle bakıp sesinin yankısıyla raksetmeyi ne kadar çok istiyorum. Biliyorum birgün buluştuğumuzda önce gizli, sonra ürkek, ardından da hınzır bir gülücüğün arkasından beni öpücüklere boğacak.
O gün geldiğinde alnımızda kimliksiz sıkıntılarımız olmayacak. Eski yüzlerimizi eskidikleri için geçmişte bırakıp belleğimizi geleceğe doğru süreceğiz. Gözlerimizden çok kanatlı hüzünlerin ayak izleri bile silinecek. Sesini bakışlarını daracık bir odada toplayıp, bu sevdaya dağların ömrü kadar bir ömür bağışlayıp, ansızın büyüyüveren ellerini tenime hapsedeceğim…


Ama önce iyice emin olmadan beline sarılıp, dudaklarına yaklaşarak öpmeye yeltenen kendimi, bir tenhada kıstırmalıyım…






Bekir K. Ahıskalı
Ekim 2007
Kekeme Kaval-20 (Önce kendimi, bir tenhada kıstırmalıyım)

Yar Kokulu Bir Tutam Saç Neyime Yetmedi ki...




Yar Kokulu Bir Tutam Saç Neyime Yetmedi ki...


Benim şimdi bir ninniye ihtiyacım var. Bu yürek kendi kendine ateşleniyor tehlikeli bir durgunluktan coşkun bir sevince geçiyor. Bu yüzden yüreğimin hasta bir çocuk gibi inlemesine, nazlanmasına müsaade ediyorum. Bu sebeple gerçek ideallere doğru koşmuyor çikolatalarla yol değiştiriyorum.Aklım fikrim onun yüzünde yenice fön çekilmiş saçlarında, sesinde edasında tavrındaydı. Konuşurken gözlerini büyük beğeni ile seyrediyorum. Canlı dudakları, taze yanakları bütün benliğimi sarıyor. Gözlerimin önünde ışıldayan o gözlerde mutluluğun parıltısını görüyor ve orada bir sevgilinin hayalini kuruyorum.


Ansızın eli elime değse kanım donacak gibi oluyor. Ateşe dokunmuş gibi çekiniyor ama kendimi ellerinde erimekten alıkoyamıyorum. Onu duydukça ruhumun şaşkınlığı kayboluyor canlı soluklar almaya başlıyorum. İçimizin rahat ettiği zamanlardaki huzur boyun eğişimden kaynaklanıyor. Bu yüzden köyünden dışarı çıkamayan adamın devr-i alem hikayeleri yazmasına müsaade ediyorum. Oysa bu alemde aydınlıklardan daha çok karanlık arzular hakim. Rahata ve mutluluğa erenler alçakgönüllülükle bahçesini cennete çevirmesini bilenlerdir. Güçlerimiz sınırlı olsa da içimizde bir özgürlük tutkusu yatar. Ben gücüme rağmen esareti kabulleniyorum. Esaretinde, ona ram olmakta huzur buluyorum.


Geleceğe umutla bakıyor anı yaşamaya çalışıyorum. Karamsar insanın ilham dereleri coşmaz. Denizi kabarmaz. Neşesizlik tıpkı tembellik gibidir. Bir kalpte kendiliğinden filizlenen sevinçleri yok etmek için çabalayanlar, mutluluk mutfağında çöpe atılmaya karar verilenlerdir. Ortaya kötü kokular saçarak sevinçleri yok ederler.




Kıskançlık kendi değersizliğimize işaretti. Kendimi hoşnut edememenin, muhataba yetemeyecek olmanın vermiş olduğu korkunun dışa vurumuydu. Kaba, yontulmamış insanlar sevinçleri kıskançlık varilleriyle zehirlerler. Yinede birini anlamak için onun sevgilisinin gözüyle bakmak gerekir. Benim dostlarıma karşı vazifem onların mutluluklarını kaçırmamak ve o mutluluğu artırmaktır. Bazen gördüğüm aksaklıklar karşısında yutkunur ve onları görmemek için kör olmayı dilerim. Çünkü ihtiraslara kapılan insan düşünce gücünü kaybeder. İnsan hep insandır ama ihtiras sınırları kabarınca akıl az olmuş çok olmuş önemli değildir hata yapar.




O’nun yanında birkaç saat otursam dudaklarından inci gibi dökülen sözleri dinlesem yavaş yavaş bütün damarlarım tutuşmaya, sonra gözlerimdeki buzullar erimeye başlar. Kulaklarım çevreye kapanır. O’nu görür, O’nu duyar, O’nu tadımsarım.
Bir park bankından kalan anımsanacak çok şeyimiz olmadı. Yarım bile değildi zorla aldığım buse.


Bende biliyordum ki kaderim beni çetin sınavlardan geçirecek. Ama yıkılmamak gerek. Birazcık kaygısızlık insanı dünyanın en mutlu insanı yapar. Bazen kaygısızlar gibi her şeye katlanmak gerek. Anlamsız bir ömür sürenler, hoppalıklarıyla can yakanlar kıstasımız olamaz tabi. Akılsızlar nerede bulunduklarını pek önemsemezler ve en önde bulunanın hep başrol oynadığını sanırlar. Baykuşlarsa tünedikleri dalın eğriliğine bilmezler bile. Tüneyecekleri bacaların harabe hayallerini kurarlar.
İstenmediği için körelen ve yürek dalgalarına kapılıp parçaları kopan kayalar gibi eksilmek hesapsızca bir şeydir. Aslında yanlış veya eksik anlaşılmak hepimizin ortak kaderi. Eksik deliller insanı hükümlü yapar, idama götürür. Ben aslında sana hep bir karanlık yanımı bıraktım. Karanlık değilsem bile kararttım sundum.


Her soluk alışımda geri gelmeyecek olan anı yeniden yaşıyorum. Bu çılgınlıktan sonu gelmez karasevdadan ne bekliyorum? Vaktiyle duygular içinde yüzen her adımda kendine düşsel bir cennet yaratan adam ben değil miydim?


Sararan benzime benzeyen fularda anılarımı iyice canlandırmak onları damla damla tatmak istiyorum. O’nun önüne ruhumu olduğu gibi seriyorum gizlim saklım yok


Parkta bana öylesine sevimli baktı ki. Gözleri bir yıldızın gözleri gibi karanlıkları aydınlatıyordu. Ya o gözler bir gün bana kapanırsa… Dudakları bana hiç böyle gözükmemişti. O dudaklar bağlamadan çıkacak sesleri emmek için bekliyordu sanki. O dudaklara yeni bir öpücük kondurmaya hiçbir zaman cesaret edemeyeceğim.
Bakışı kalbimin derinliklerine işledi.


Sonra ayrılığın saati yaklaştı. Gökyüzünden çiseler getirdi gözyaşları. Hayal gücüm onun gözlerine çarpıyordu. Dalga dalga gelen kuşkular ruhumun ahengini bozdu. Mutsuzluğum arttıkça yolumu şaşırdım.


Yar kokulu bir tutam saç neyime yetmedi ki. Kovsa gitmezdim. Şimdi kalmak için tutunacak dal arıyorum.


Ah, elini ellerimden çekerken bilmiyordu ki…




Bekir Kale Ahıskalı
13 Eylül 2007
Kekeme Kaval-19 (Yar Kokulu Bir Tutam Saç)

Doya doya ölebildin mi?



Doya doya ölebildin mi?

Sessizliğin, kemiklerime işleyen bakışlarınla; neredesin?


Sesiyle ısınır, sessizliğiyle üşürdüm…


Gözlerimi kapadım oturduğum yerde. Hüzünlerim doğurgan, kahırlarım gizli ve kemirgen, pişmanlıklarım ince ve kemiksiz. Kaşlarımın, dudaklarımın, yanaklarımın birbirleriyle fısıldaşarak beni boğmaya çalıştıklarını düşünerek, kendimle barış denemeleri yapmaya karar verdim. Kendime bir militana yakışır şekilde çatık kaşlı, el tetikte, yürek katı şekilde bakmıyorum artık, yaşadıklarımla yaşamak istediklerimi harmanlıyorum




Bir kadını sevmiştim düş gibi. Dışarıdan bakınca yerli bir kaya gibi yerinden kıpırdamazdı. Kirpiklerinde yüzlerce soru işareti asılıydı. Kekik kokulu yamaçları vardı ama kekik kokusundan habersizdi. Ya da bana öyle geliyordu. Susunca gün geceye gebe kalıyordu. Konuşunca ışık düşüyordu öykülerimin en karanlık yerlerine. Gözlerine bakınca uzaklardan gelmişliğimin izlerini bulurdum. Durunca sular yürür, yürüyünce sular koşardı. Tebessüm edince güller güler, gülünce bulduğu her kokuyu üzerine süren kadınlar gibi karşı kaldırımlar bile gül kokardı. Sesiyle ısınır, sessizliğiyle üşürdüm. Bütün yangınlar dudaklarından çıkar, bütün sular derinlerinden kaynardı. Sevmiştim işte, hepsi bu kadar.




Geçtiğimiz sokaklardan geçecek olsam gölgesi hala duruyor mu diye dönüp bakıyorum. Çünkü o hüzünlü bir sessizliğin içinden, gözlerime gülerek bakabiliyordu.
Onun kırmızı çekimine kapılıp teninden bir solukluk koku alsam ve eve doğru gelsem.. Gürültüsünü iş gününde unutmuş caddelerden geçerken gölgesini arasam. Bak itiraf ediyorum. Bana göre en büyük sessizlik gitgide derinleşen yokluğunun içinden yeryüzüne bir ölü gibi bakabilmektir. Yalnızca bakabilmek, hepsi bu işte.




Yeşermeye başlayan yeni bir şiir mısrası gibi kımıldasan. Sessizliğin kemiklerime işleyen bakışlarınla; neredesin? Yokluğunda titrek mum alevlerinde kırılıp durdum, yorgun ayakkabılar gibi bir ayakkabılığın en ücra köşesine hapsedildim. Boşlukta yüzen anılar gibi görmezden gelindim. Gene de sen orada bir aynaya bakacak olsan, kendini yoklayacak olsan, yaşayıp yaşamadığına aynalarda bakacak olsan, ayna karşısında dimdik duran, koklanmaya hazır omuz başlarından yayılan arzumun hafızası, renklerin ardına gizlenmiş renk gibi kaybolmadan geriye döner. Ben seni düşlerim, hepsi bu işte.


Korkuyu çoğaltmaktan başka bir işe yaramayan ayrılık kokulu geceler, yaralı bir martı gibi kıyılarıma alçalacak. Nereye bakarsan bak gemisiz denizler gibi içini çekiyor sularına karışmamı bekliyorsun. Ayrılık, bize körelme denen aptalca bir ölümü hazırlıyor. Sakın yılma. Tenimi tenine kurban vermeye hazırım kirpiklerini keskinleştir. Çektiğin yalnızlık boğazını düğümlemeden yüz çizgilerine biriken akşam karanlığını azalt. Ay burnunu bulutlara sokunca düşlerine geleceğim. Gözlerinin kandili körelse bile, kulaklarını dipsiz bir kuyu gibi derinleştir. Kendini mekanın karanlıkta eriyen köşesinde kendim kadar yalnız bulacaksın. Yeter ki sen yalnızlığını anılar dediğimiz kalabalığımızın içinde azalt. Yağmurlar camına vurduğunda, dudaklarımla tenini suluyor olacağım. Kimse sürekli yalnız olamaz, hepsi bu işte


Sende benim gibi doğuştan kınalısın yani yüzünde sararmış bir mevsim taşıyorsun.
Yüzümüze biz istemeden konulan güzümüzü değiştireceğiz.Bahtımızın, kara ve inatçı yanlarını yenmek için gözlerimizin aklarına kan sıçratıncaya kadar bakışacağız İğde kokulu saçlarından, keten gömleğinin içinde kıvranan bedenine kadar, taze kavun kokulu bölgelerinden, papatya kokulu omuzlarına kadar her hücreni işgal etmeye hazırlanan ben; büyük bir gürültüye derin sessizlikle hazırlanan bal peteği dudaklarından tatlanacağım. Bedenlerimize öyle bir üşüşeceğiz ki, bal sineklerinin bala üşüşmesi bile sönük kalacak. Arzulardan, payımıza düşenden fazlasını alacağız. Ben saçlarına soluklarımdan rüzgarlar akıtıp, gözlerine sessizlikler damlatacağım. Sen dudaklarındaki diş işlerini aceleci bir rujla kapattıktan sonra yanaklarına iki yaramaz gamze oyacaksın. Gülümseyeceksin. Dişlerinin parıltısından kopan beyaz bulutlar yanaklarına yükselinde kararacak gözlerine varınca boşalacaklar. Arzularımızın geometrisi başımızı yastığımızın yumuşaklığına yenik düşürmeyecek. Her günümüze yeni arzularla başlayacak alışkanlıklarımızı genişletmeyeceğiz. Hepsi bu işte


Doya doya ölebildin mi? Hepsi bu işte.






Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2007
Kekeme Kaval -18 Doya Doya Ölebildim mi

Akıl Kasılmaları




Akıl Kasılmaları

Kendinizden sonraki devi doğurmak için sancılar çekerken; karşınızdaki insanlarda, kusurlarınız kadar kusur aramaya başlarsınız.. Doldurulduğu cam bardağın dudak değen kıyılarından vedalaşmaya çalışan buğunun kopma gürültüsünü duyarsınız. Dizlerinden önce gözlerini değdirmediğinden, murakebe için toprağa diz çökmek üzere olan bir sofinin, çok çiğnenen bir toprağı seçmesine şahit olursunuz. Kara bir sineğin kanat darbesiyle yıkılır boyları boyunuzdan daha yüksek hane duvarlarınız. Bir kadının gözlerinden düşen damlalar Niagara'dan atlayan sularla yarışmaya başlar. Ellerinden; öldürdüğü insanın ten ısısı kaybolmamış bir caniyle tokalaşırken dokunma duyunuz tarfından terkedilirsiniz. Yastığına düşünde öptüğü kızın parfüm kokusunun sindiğini düşünen hadım edilmiş bir sarayoğlanı düşer envanterinizden.

Minareden verilen sâlâya kulak kesilirsiniz. Hep en önde olmak istediği cenaze merasimlerinden birinde, ilk ve son kez bulunur maktul. Tıp çare bulabilecekken, ayıplanırız endişesiyle ebeveyni tarafından toplumdan izole edilmiş; ruhu kadın, kıyafeti erkek, anatomisi her ikisi birden olan bir merhuma son vazifenizi yaparken niyetinizi ruha göre mi, kıyafete göre mi yoksa bedene göre mi yapacağınızın mantık kasılmalarını yaşarsınız. Size niyetinize göre muamele ederim diyen yaratıcının "niyetsiz namaz olmaz" hükmünü bildiğinize pişman olursunuz. Sonra "Allah kabul eder" düz mantığının arkasına saklanmak isterken müezzinin "er kişi niyetine" nidasını, bir annenin "yavrum sana doyamadım" hışkırıkları bastırdığına şahit olursunuz. Musalla taşında er kişi olduğuna şehadet ettiğiniz daha iki ay önce regl olmuş çift cinsiyetli bir beşerin bildikleriyle yüzleşemeyen cemaati arasında bulunuyorsunuzdur. Bu gerçeği saklamak sizi öldürmez ama akıl kaşınmalarınız sizi rahat bırakmayacaktır.


Gece neye gebeyse onu doğuracak, bizimde sabah göreceğimiz odur. Pompei'nin henüz soğumamış külleri üzerinize düşmek için dizgin çevirdikleri gecenin sonrali günü yaşamaktasınızdır. Göz kapaklarınızı sabah açtığınızda, daha harmanınızı güne yaymamışken, hasılatı harmanınızdan daha ziyade olan bir cerrar dikilir karşınıza. Onu dilendiren sizi, dillendirmeyen zatın üflemesiyle; gönül hazinenizden ukbalara bedel, dünya ölçüsüyle bir çinik nimet koparır verirsiniz. Nasırlı ellerinizi yukarıya açıp şükredecekken cerrarın "bu kadar mı?" mırıldanması çarpar kulaklarınıza... Bir taraftan onu dilendiren, sizi dilendirmeyenin mizan defterini okuyabilmeyi arzularken "veren el" olduğunuza sessizce şükredersiniz.

Vaktinizi çalmaya yeltenen boş vakit muhabbetçisi ayyaşlardan kurtulmaya çalışırken, nazarlarınızı cezbeder merhuma meftun olduğu söylenilen bir dilberin cinsiyeti belirginleşmemiş, her haliyle bakire muamelesi gören gülümsemesi... "Ölümü doğuran bir sevdanın diğer muhatabı bakire olamaz" diye içinizden haykırırsınız da kimse sizi duymaz. Bacak arasından muamele görmeyen her ferdin bakire sayıldığı bir toplumda düşünce fahişelerinin olduğunu iddia etmeniz "dünya dönüyor" iddiasında bulunan zatın devrinde gördüğü meczup muamelesinden daha derin bir muamele görürsünüz. Vesikalı bir hatibin dudaklarından çıkabilecek "kafir" yaftalaması çıkması muhtemel bütün yollarınızı kapatabilecekken siz, toprağın altındakilerinin sessizliğini düşünmeye başlarsınız.


Ölümü doğuran bir sevdanın öbür muhatabı cinsiyeti belirginleşmemiş gülümsemesini yüzünden çeker birden ve kısa metrajlı bir ağlamaya tutulur. Tabloda olması gereken son enstürmanda gelmiştir artık.Aklınızı kaşındıran bu ince mizaha izah gerekir


-Hoşgeldin mevsimlik Niagara



Bekir Kale Ahıskalı
Ağustos 2010
Kekeme Kaval -17 (Akıl Kasılmaları)



Cerrar: Harman Dilencisi

Söyle mazluma dudağı gülsün




Söyle mazluma dudağı gülsün

Yanıbaşımda dikilen heykel bir elini kaldırdı birden. Sanki deniz coşuyordu. Fasit fikirli, yüzü yıkanmamış mecusiler bana doğru geliyorlardı. Davulcular köse vuruyorlardı. Brehmen'in horozunun sesi kısılmıştı. Karalar giymiş bir hatip atını dört nala sürüyordu. Yüzlerinde gülmekten başka yol haritası olmayan mütebessimler zincire vurulmuş olmalıydılar. Seher yeli birazdan eteklerini savuracaktı. Salınmak genç fidanlara yakışıyordu ama ihtiyar ağaçların yapraklarından başka dökülen yanları da olacaktı. Onlar çaresizdiler. Dallarının azıksız yoksullara döndüğünü görmüştüm. Kıyamet gibi uzun bir gece yaşanıyordu. Yan binada sabaha başka hesapları olan bir münafık kandilini yakmış göstere göstere gece namazı kılıyordu. Belli ki suyu yine incitmemişti, abdestsizdi... İçimden akrep gibi sağa sola koşmak geliyordu ama göz mabetlerimin kapılarının kapanma saati gelmişti. Dışa kapanan mabet kapılarım içe açılmıştı. Yılanlarca hasat edilen kurbağa tarlaları gördüm. Düş dene sazlığı ateşe vermek istedim. Sazlıkta yaşayan aslanların yangından kaçarken beni parçalamalarından korktum. İnsan sokan yılanın yavrusunu öldürmemiştim ki bana kin beslesin. Arı kovanına baktım birisi çomak sokmuştu. Bana artık uyku beldesinden göç etmek düşerdi. Mutlaka büyük bir günah işlemiş olmalıydım ki bu gece elim bir azap çektim.




Uyku beldesini terk ettiğimde seher yeli denen dilber eteklerini savurmaya başlamıştı. Koca ağaçların yaprakları dökülüyordu. Genç fidanlar rüzgarla güreş ediyorlardı. Başları toprağa düşse bile kalkıyor, yeniden güreşe tutuşuyorlardı. Seher yelinin bu kadar bağırarak ve çekinmeden konuşmasının tek nedeni vardı. Günahsız olan pervasız konuşur. Onun yaptığı zulüm değildir belki. Göç vakti gelen yaprakların taşınmasına yardımcı oluyordu. Daha yeni açılmış olan gözkapaklarımı iyice açıp yüzümü seher yeline doğru dönerek "gazaba gittiğin vakit aklın başında olsun." diyecektim ki daha ben söylemeden ne demek istediğimi anladı. Yaşlı ağaçları daha az silkelemeye başladı.





Seher yeli!...

Dostların köke benzer sen de ağaca... Ağaç ise köklerinden kuvvet alır. Dostlarının incitmemeye çalış yoksa kendi kökünü kazmış olursun. Dökülen küçük yaprakları umursamamazlık etme. Büyük kalarak yaşamanın şartı odur ki her küçüğün kim olduğunu bilesin. Eline balta vereceğin güçlü adamın mescidin duvarını yıkmayacak kadarda aklı olduğundan emin olmalısın. Unutma! elli yılda kazanılmış nice iyi adlar vardır ki, bir tek kötü şöhret hepsini ayaklar altına almıştır.

Yaprağı savurayım derken rızıkları gasp etme ve yine unutma ki karıncanın önündeki daneyi ancak alçak kuş kapar. Sen güçlüsün yeri geldiğinde mütevazi olmalısın. Tevazu büyüklerden gelirse iyidir. Yoksul tevazusu onun tabiatındadır.







Ey bağban!

Seher yeline karşı tedbirini almalısın. Sen de unutma!... Bir memlekette sultanın tedbiri çobanınkinden az olursa o saltanatın da çobanın sürüsü gibi dağılmasından korkulur. Gücünün yetmediği zamanlarda adalet iste ki zulme göz yumdun diye senden intikam alınmasın. Padişahtan adalet istemeyen kişinin intikamcısı Allah'tır. Unutma seher yeli kendi görevinin derdindedir. Kervan halkı kendi yükünün kaygısını çeker, sırtı yaralı eşeğin çektiklerinden kimsenin haberi olmaz.Senin emeklerinin düşünmez. Zalime diş veren Allah onun dişlerini sökeceği günü belirlemiştir. Eşeğini düşman, vergisini sultan alıp gittikten sonra o memleketin tahtında ikbal kalır mı?


Söyle mazluma dudağı gülsün!...





Bekir Kale Ahıskalı
Ağustos 2010
Kekeme Kaval-16 Söyle mazluma dudağı gülsün!...

Minare Alemleri






Siz dalgındınız!...

Ben; benliğimi geliştirmek ve doldurmak için gökyüzüne bakıyordum, bütün minaleri alemlerinden gökyüzüne asmışlardı. Her alemi iki kuş bekliyordu. Uyuyan bir çocuğun nefes diye, dünyayı içine çekme çabasını görüyordum.


Siz uyuyordunuz!...

Ben; benliğimi uyutmamak için çalışıyordum. İki dağı tarttım bir terazide. Bir miskal ağır gelenin kefesinin tozunu almayı unutmuşum meğer. Siz uyanınca daha önemsiz şeylerden konuşmaya başladık. Dönen bir dünyaya daha güzel dönmesini öğretiyordu Mevlana. Yerden yükseltmeselerdi eğer kaldırımlarda yürüyemezmiydik acaba. Yüksek kaldırımlarda yürüyenler daha mı elit olurlar yoksa insanlar daha yüksek kaldırımlara mı layıktırlar?


Siz duymuyordunuz!...

Ben; yüzü isli bir körükçüyü anlamaya çalışıyordum. Körüğün ateşinde narlattığı demire "dövülmeyi göze almayan demir zincir olamaz, demir molozu olarak kalır. " diyordu. Toprağın altındaki zindana katlanamayan tohumun geleceğinin olamayacağını anladım.



Siz önemsemiyordunuz!...

Ben; benzerliklerin ne kadar yanılttığını düşünüyordum. Dış görünüş aldatıyordu. Bir zincirin dıştan görkemli görünmesi değil, en zayıf halkası belirliyordu gerçek yüzünü. Tevâzuyla alçalışı; vakarla, kibiri; tasarrufu, cimrilikten ayıran farklılıkları önemsiyordum. "Bildiğim bana yeter" diye ile "daha bilmem gereken çok şey var" diyen iki bilgin kisveliden hangisinin yanında olmam gerektiğini düşünüyordum.


Siz dalgındınız!...

Ben; akıp giden zamanı önemsiyordum. Ulaşması gereken zamandan çok daha sonra adresine ulaşmış mektup gibi, ulaşması gereken zamana göre anlamını yitirmiş, merakı gidermek ve geçmişten gelmesi itibariyle değer kazanmıştır. İnsanda böyledir bir yerde değerini yitirirken, başka kıstaslara göre başka değerlerin değerlisi olmaya başlar. En vahci cinayeti işleyen bir katil, insanlığından kaybettiği değer kadar kirli bir saygı görür katillerin yattığı hapishane koğuşunda.


"Yakından bakınca bizi altüst eden şeyler, uzaktan ne de berrak görünür"*
Kurdun özgürlüğü kuzunun masumluğuyla tartılmamalıdır. Kötülükler garip giysilere bürünürler, aldatıcı isimler, görüntüler altında hemen saklar kendini; doğrunun bir parçası arkasında, asıl maksadını gizler; gösterdiği doğruyla yalanını yutturur.

Tilki, "kardeş !" der, "Geçiyordum uğradım !"



Bekir Kale Ahıskalı
Ağustos 2010
Kekeme Kaval-15 (Minare Alemleri)